29 Şubat 2012 Çarşamba

İLKEL SANAT...



Konuyu belirlerken nelerden bahsedeceğimi az çok biliyordum. Yazmak için başına geçtiğimde bambaşka bir serüvenin içinde buldum kendimi. İLKEL SANAT. İlkel ve sanat kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılmasını yadırgayacağınızı düşündüm. İlkel. Ne garip bir sözcük. Kendi kendinize birkaç defa tekrarlayın. Her seferinde ses tonunuzu değiştirerek. Ne yabani geliyor öyle değil mi? Bir an için kendinizi başka bir gezegene gönderildiğinizi ve giderken yanınıza hiçbir şey almadığınızı düşünün. Gerçekten çok zor olsa gerek. Karşınıza ne çıkacağını bilmeden, tehlikenin ne kadar yakınınızda olduğunu anlamadan yaşayabilmek. O çok tatlı canınızı yaşıyor kılmaya çalışmak. Ve beslenmek. Aşırı soğuktan ve sıcaktan korunabilmek.
Altamira mağarası
         İlkellerle ilgili yazılmış birçok makale ve araştırma yazısı okudum. Yazılanların çoğu onları aşağılayıcı bir tondaydı. Sanki bahsettikleri insan değil de bir yaratıkmış gibi. Eğer bu öyleyse bile ben buna inanmakta güçlük çekiyorum. Sonuçta insandılar ve kendilerinden başka hiçbir varlıkta olmayan bir şeye sahiptiler. Akıla. Akıllarını, çevrelerindeki malzemeyi kullanmayı öğrenmek içinde bir sürece ihtiyaçları vardı. Hem hayatta kalmaya çalışmak hem de yaşamlarını kolaylaştıracak icatlar türetmek pekte kolay olmasa gerek. Bizler, teknoloji bunca gelişmişken, zaman değişmişken beslenmek için ava çıkmak yerine bir telefonla yemeğimizi evimize kadar getirtebilirken, hala zamanın yetmediğinden şikâyet ediyoruz. Peki, nedir bu insanları, ilkellerin akşama kadar boş boş oturduğunu düşündürten şey. Mesela ben, şuanda saat:22.17 ve hala hayat devam ediyor. Bir şeyler yazıyorum. Oysa ilkel dediğimiz o dönemde çoktan uyku saati gelmişti. eeee elektrik olmayınca gün erken bitiyor. Sonrada gel sen onları ateşi çok geç bulmakla suçla. Adam ne yapsın. Daha yeni soğuktan giyinmeyi keşfetmeye çalışıyor. Uzun uzun avladığı hayvanın derisine bakarak. Şaka bir tarafa güç bir yaşam tarzı. Olanaklar düşünülürse hayatta kalmaları bile bir mucize.
       Anlattıklarımdan sonra sanıyorum korkunun hayatlarının ne kadar içinde olduğunu anlamışsınızdır. Üşüme korkusu, aç kalma korkusu, kuraklık korkusu, yabani hayvan korkusu, şimşek çakması korkusu, güneş tutulması korkusu gibi. Tüm bu korkular onlarda iki şeyi doğurdu. Tapınmayı ve büyüyü. Kimi zaman korktukları şeye taptılar, kimi zamanda kötülükleri kovmak için büyü yaptılar. Her ikisini de görselleştirirken sanatı kullandılar. Ve sanat onların bu ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç oldu. Yani daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi sanat olsun diye yapmadılar. Bizlerde eserlerin hangi amaçla yapıldığını bilmediğimiz sürece geçmişin sanatını anlayamayız.
      Düşünürler sanatın üç şekilde doğduğunu söyler, sanat
  • Oyundan
  • Büyüden
  • primitif mask
  • Taklitten (doğayı)
Doğar. Oyundan kastedilen, bir dal parçasını alıp bir taşla yontarken veya bir çamurla (çocukların oyun hamuruyla) oynamasıyla gayri ihtiyari bir imgenin ortaya çıkması gibi.
     Taklit ise doğada görüneni ellerinde var olan malzemeye aktarması gibi.
      Büyü tüm bunlar içinde en büyük paya sahip. İlkeller için bir kulübenin yapımıyla, bir imgenin yapımı arasında hiçbir ayrım yoktur. Kulübe onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan korur. İmgeler ise doğal güçler kadar gerçek olan öteki güçlere karşı korur. Başka bir deyişle, resimler ve heykeller büyüsel amaçlı kullanılır. İlkelleri anlamadan sanatlarını anlamamız mümkün değil. Onları anlamak içinde kendimizi taa buzul çağlarına götürmeye gerek yok. Aslında hala içimizde bir yerlerde onlarda bulunan ilkelliği taşıyoruz. Çok sevdiğimiz bir film yıldızının resmini odamızın en güzel yerine asıp, ona zarar verildiğinde sanki imgesine değil de gerçeğine zarar veriliyormuşçasına tepki veriyoruz. Küs olduğumuz, tatsız bir olay yaşadığımız biriyle çekilmiş fotoğrafta ise onun olduğu yeri kesiyor ya da gözlerini iğneyle delerek zarar veriyoruz. Bu davranışın geçmişine bakıldığında geçmişte yapılan bir büyü ortaya çıkıyor. Düşmana benzeyen kaba bir bebek yapılır, zararın onun üstüne düşmesi dileğiyle, bu yapma bebeğin yüreği delinir veya yakılır. Bu şekilde düşünen ilkeller için gerçekle imgenin ayrımını yapmak güçtür. Yerliler bir keresinde sürülerinin resmini yapan Avrupalı bir ressama korkuyla şu soruyu sormuşlar.”Hayvanlarımızı alıp götürürsen neyle yaşarız biz”
      Geçmişin en eski izleri 19yy da güney Fransa (lascaux mağarası) ve ispanya’da (altamira mağarası) ortaya çıktığında bu resimleri buzul çağı insanının yapmış olabileceğine inanmadılar. Ama bizon, mamut ve ren geyiği resimlerinin gerçekçiliği ancak onlarla yaşamış ve onları yakından gören insanların çizebileceğine kanaat getirdiler. Bu resimlerin mağaraların en derin ve en kuytu köşelere çizilmiş olması sanırım bulundukları ortamı güzelleştirmek mantığından daha önemli sebepleri vardı. Çünkü onlar avladıkları hayvanların imgelerini yaparak hayvanların kendi güçlerine boyun eğeceğini düşünüyorlardı. Yine aynı amaca hizmet eden başka bir şey vardır ki hala hediyelik eşya mağazalarında karşımıza çıkan maskeler. Primitiflerin (ilkel) yaptıkları maskeler günümüzde çok komik görünebilir. Fakat onlar, hem insan hem hayvan olunabilen bir tür düş dünyasında yaşadıklarına inanırlar. Dönemsel bayramlarında, hayvan kılığına girerek, hayvansal davranışlarla kutsal oyunlar oynamaktadırlar. Onlarda, böyle yapmakla, bir bakıma, av hayvanlarına karşı güç sağlayacaklarına inanıyorlardı. Bütün bu inanışların, sanatla ilişkilerinin çok az olduğu sanısına kapılmak kolaydır, ama gerçekte sanatı çeşitli biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Birçok sanat yapıtının anlamı, bu acayip geleneklerde bir görevleri olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla önemli olan, bir heykelin veya resim yapıtının bizim ölçülerimize göre güzelliği değil, onun “etkililiği”, bir başka deyişle, istenilen büyüsel etkiyi sağlama olanağıdır. Sanatçılar ayrıca, bu yapıtları, her biçimin, her rengin ne anlama geldiğini bilen kendi kabile halkı için yaparlardı. Sanatçılardan bunları değiştirmeleri beklenemezdi. O halde, o çağlardan günümüze kadar gelmiş eserlere bakarken “bu maskenin niye tek gözü yok” diye sormamak gerek. Yahut “bu mamutu da iyi çizememiş” dememek lazım. Demek ki onlar bu eserleri biz beğenelim veya gelecekteki insanların geçmişine ışık tutalım diye yapmadılar. Her zaman da söyleyeceğim gibi hiçbir eser ne biz beğenelim diye, nede sanat eseri olsun diye yapılmadı. Bunu unutmazsak sanatı çok kolay anlayacağız.
Delacroix- Halka Önderlik Eden Özgürlük
         İlkeller sadece avlanarak yaşamayı bırakıp, yerleşik hayata geçtiklerinde sanatçıda kendi üzerine düşen görevi yapmış ve sanatını icra etmeye başlamıştır. Topraktan anlayan çiftçi, ev yapımından anlayan mimar, el becerisi gelişmiş yaratıcılığı kuvvetli olanda sanatçı olmuştur. Tabii bu meslekleri günümüzle kıyaslamamız yanlış olur. Kendi imkân ve olanaklarına göre yapıyorlardı. Sanatçı dediysek, eline tuvalini alıp doğaya çıkmıyordu elbette. Gerek günlük hayatlarında kullandıkları eşyaları gerekse dini ayinlerinde taktıkları maskeleri yapıyorlardı. Bu işleri yapmak onlar için bir ava çıkmak kadar mühimdi. Çünkü sanatçı mağara duvarlarına çizdiği av sahnelerini ne kadar gerçekçi kılarsa ava çıkan avcının da işi o kadar kolaydı.
        Sanatın insanlıkla beraber var olduğunu bilmek garip dimi. Çünkü toplumumuzda hep bir lüks olmuş, hobiden öte gidememiştir. Hâlbuki sürekli insanlığa hizmet etmiştir. Ama insanlık tarihine göz atarsak sanatın anlamının ve var olma sebebinin 30000 yıl öncede aynı olduğunu söylemek imkânsız. Her dönemde başka başka amaçlarla var olmuştur. İlkellerin avında, mısırlılarda hayatı korumak, yunanlılarda tanrıların onlara zafer ve güç verirken onları unutmaması, Hıristiyanlığın yayılmasında, 1789 (Fransız ihtilali) da halkın eşitlik ve özgürlük için ayaklanmasında sanat hep araç oldu. (mısırlılarda hayatı korumak, Yunanlılarda tanrıların onlara zafer ve güç verirken onları unutmaması… bu kısmı başka bir yazımda açıklayacağım)
          Sanat duygu işidir insanları emirlerle, yasaklarla ve kurallarla yönetemezsiniz ama duyguları harekete geçirerek devrimler yaparsınız.

a.okul

28 Şubat 2012 Salı

sanatçılara ilham olmuş kadınlar. bizim için sıradan onlar için dünyaya değer kadınlar. her biri bir aşkın hikayesi. kimileri de hayatın savurduğu adı olmayan yüzü tarihe malolmuş kadınlar. 

27 Şubat 2012 Pazartesi

KİRALIK KALP, SATILIK RUH…



Her kadının onu hayata bağlayan bir gerçeği vardır
Kiminin gerçeği tek taş bir yüzüktür.
Kimimin ki papatyalardan bir taç
Kiminin kocaman bir evdir gerçeği
Kiminin ki içinde çocuklar koşturan, döşekler yere serilince üzerinde taklalar aşılan
Kiminin gerçeği güzel bir lokantada bir akşam yemeğidir şarap eşliğinde
Kimininki Ankara makarna spagettidir ketçaplı
Kimimin gerçeği altın sarısı kumlarda her öğün farklı mayolar giyebildiğin şezlonglarında jeam bean içebildiğin bir gün batımıdır
GOYA- GİYİNİK MAYA
Kimi için tatlı bir kahvedir küçük evin balkonunda hayat arkadaşınla içilen
Kiminin gerçeği anlatılacak mali tutarı bol sıfırlı olan alışverişlerdir
Kiminin kendisine dahi sorulmadan belki gazete kâğıdına sarılmış küçük bir hediyedir
Kimi kadının gerçeği, gerçeği kör etmeye modlanmıştır görmez güzel bir şeyi


Kimi kadın farkındadır her şeyin
Hayatında her şey Su gibi berraktır
Emindir her şeyden
Çabuk tatmin olabilir
Pahalı şeyler değildir gerçeği
Ne kırmızı şarap
Ne tek taş bir yüzüktür
Nede sevgililer gününde habersizce kapıya dayanan gül bahçesidir
Gerçeğidir bazı kadınların gerçek bir sevgi
Bunu sadece yaşayanlar bilir
Tıpkı bu gerçek aşkı yaşayan kadınların
Bu şiiri okuduğunda anladığı gibi
Kimi kadın hiç anlamaz ne dediğimi
Okur ve geçer
10 sn sonra aklında tek bir soru işareti dahi olmaz onların
Eliyle dokunabildiği
Gözüyle gördüğüdür
Ve nefsinin tatminiyle alakalıdır her şeyi
Onların kalbi kiralık
Ruhu da satılıktır.


a.okul



25 Şubat 2012 Cumartesi

SONRADAN GÖRME





Güldüm

Evet, kızma be güldüm haline
Kızmana güldüm
Sevinmene güldüm
Yemene güldüm
İçmene güldüm
İnanır mısın gülmene bile güldüm
Gülme sen bana
Sen anlamadın ben niye güldüm
Üzerinde iğreti duran efendiliğine
Sonradan görmeliğine güldüm


a.okul



24 Şubat 2012 Cuma

SANAT BUDUR...



Gelsin diye bekler mi sanatçı ilhamını
Nereye gitmiştir ki bırakıp paletini fırçasını
Renkler elinde ilhamı hep dilinin ucundadır belleğinin en aydınlık köşesinde
Biz beklemeyiz gelsin diye
Birkaç cümle söyleyiveririm şiir olur
Birkaç ahenk mırıldanırım
Sonra her şeyi boyarım rengârenk
Sanat olurum ben
Sanatçı diye bir şey yoktur
Sanat vardır
Sanatta budur...


a.okul

RAPHAEL- MELEKLER

23 Şubat 2012 Perşembe

nedenim...nedenin...


Ne büyüğüm nede küçüğüm kimseden. Biliyorum kimseden üstün bir tarafım yoktur. Kimsenin de benden. Aklımı yerine koydum düşünüyorum sadece. Kibrin ve kompleksin kurbanı olmadan yaşamaya çalışıyorum. 
Ben evrenin bir parçasıyım. Tıpkı bir masanın ayağındaki çivi gibi. Minikte olsa görevim var hani. Bilincindeyim her şeyin. Yaratılma nedenimin. Var olmalıydım çünkü sen hatanı daha kolay görmen için bana bakmalıydın. Var olmalıydım çünkü o doğru yaptığını benden öğrenmeliydi. Var olmalıydım ben; çünkü güzel olduğunu bana bakarak fark etmeliydi. Kiminde iyi kiminde kötüye kıyas için var olmalıydım. Yaratılmış hiç bir şeyin ayrıntı olmadığını biliyorum. Sistemde ayrıntı diye bir şey yok. En büyük çark kadar gerekli küçükleri de. Ben varım. Ve sen benimle daha anlamlandın.
Şimdi bunları kendin için söyle. Özelsin ama unutma kimseden ne bir eksik ne bir fazlasın.


a.okul



21 Şubat 2012 Salı

AŞK...



Gustav Klimt-Öpüş
Ardı ardına sıralanmış hüzün dolu yılların ince süzgeçten süzülmüş aşk fısıltılarının
Kalbinin en unutulmuş nasırlı ve kangren olmuş bölgesinde
Kanserli hücre misali yerleşmiş
Var olmuş
Yaratılmış
Ve unutulmuş
Aşk
İnce bir sızısıyla başlar önce
Şeytanmı bu
Girer içime inceden inceye
Aklım
Hangi ülkenin hangi mevsiminde ve durağında bilmiyorum
Unutulmuş bir paket misali
Patlatılmaya hazır her an
Gözden çıkarılmış bir insan
Varlığı tehlike altında bir can
İşgal altında bir beden
Bayrağı çakılacaktır
En ücra köşesine kalbimin
Kanırta kanırta
Oyyyy sesleri yükselir içimden
Kulaklar patlar
Suratımdaki her bir minik kas
Sancıdan titrer mütemadiyen
Sonra hücuma geçer aşk
İçimde
Konuşma çizgisiz monologlarla doludur
Çoğu soru işaretli
Şüphe
Hırs
Kıskançlık
Ve o muhteşem egom ayakları altında aşkın
Yerleşti
Belli artık
Gidecek gibi değildir
Bu adam akıllı bir işgal
Sonu tam bir bilmece
Varsan ölmemişsen
yaşıyorsundur



a.okul






17 Şubat 2012 Cuma

VENÜS İÇİN...


BOTTİCELLİ- Venüs'ün Doğuşu
Sanırım üniversite 3. sınıfta falandım. Bölümün içindeki büyük sergi salonunda arkadaşların karma resim sergisi vardı. Bir ders arası aşağı inip biraz eğlenerek biraz kikirdeyerek geziyorduk. eee biraz yaşımızın hamlığı sanırım birazcık gülmeye eğlenmeye hep bir sebep arıyorduk. Derste yapılan birçok çalışma arasına sıkışmış güzel bir resim vardı. Bir dergiden kesilmiş güzel bir kadın resmi. Hani böyle vaaaw denecek tarzdan değildi. Güzel bir kadındı o kadar. Yanında da aynı resmin yağlı boya çalışması vardı ve altında beni çoook etkileyen bir yazı ekliydi. " sanat ne sanat için ne de toplum için, sanat sadece senin için"...bir resim nelere ilham olabiliyor. Gördüğün bir resmin hayatının akışana nasıl bir kanal açıyor bilemiyorsun. 

Evet, gördüğünüz bu resimde benim için aynı derece etkili... Resim İtalyan ressam Botticelli’ ye ait. Yıl 1480 li yıllar yani Rönesans sanatını Leonardo da vinci, Michelangelo ve birçoğuyla birlikte yarattıkları dönem. Ressamların kilisenin hizmetkârı olarak görüldüğü, sanatçılarında sanatını yapabilecekleri maddi desteğini hissettikleri kiliseye hizmet ederek tatmin oldukları, yaratılarının sınırlı olduğu ama aynı zamanda birbiriyle yarış halinde olduğu altın bir çağ. Leonardo da vincinin son akşam yemeği resmini çizdiğinde Yahuda gibi bir ispiyoncuyu yeteri kadar çirkin çizmediği için Michelangelo’ nun Sistine Şapeline çizdiği 343 figürle bir anlamda Hristiyanlığı tanımladığı ama figürlerin müstehcen olduğu düşüncesiyle suçlandığı bir dönemde Botticelli’nin ilk defa dini bir resim yerine mitolojik bir konuyu işlemesi oldukça radikal oldukça cesur bir davranış.Din dışı resim yapılmazken  Botticelli’nin bu çıkışı oldukça şaşkınlık vericidir. Asice bir çıkıştır. Sanatçının bir devrimidir. Perspektifi bulmak gibi bir şey. Yepyeni bir şey. Sonra resme bakıyorsunuz. Boynunun biraz uzun omzunun düşük olmasına aldırmadan ayrıntı da bozuk gibi duran bu güzel kız bir istiridye kabuğunun içinde yeni doğmuş bebek teninde pembe, kızıl sonsuz gibi duran bukleli saçları, gül yaprağı konmuş gibi duran minik ağzıyla iki rüzgâr tarafından kıyıya çıkarılırken ne kadar kusursuz duruyor. Bu nasıl bir zarafet diyor insan. Güçsüz görünen elinin biriyle göğsünü kapatırken diğer eliyle saçlarını vücuduna sarışı ne kadar narin. Ve bakışları ne kadar mahzun yıllar süren bir yoldan gelmiş gibi.

Çoğuna kıyasla benim güzel anlayışıma denk düşüyor bu figür. Kusursuz kadın figürüne tek aday benim için.

Yani işin aslı tıpkı o sergideki resim gibi sanat ne sanat için ne de toplum için sanat senin için...