1 Aralık 2012 Cumartesi

SUS(TUM)...



…insanlar konuşa konuşa mı anlaşır… Gerçekten mi… söyler misiniz hangi noktada konuşmak işinize yaradı… Bakkala gidip ekmek almak istediğinizi söylediğinizde  yahut telefonla birine geç kalacağınızı söylediğinizde… Hepsi bu işte.

Hani komik bi giriş olacak ama ben yıllardır konuşuyorum ki emin olun bu konuda oldukça iyiyimdir benim hiçbir işime yaramadı. Hiçbir cümlem dahası açıklamam insanların düşüncelerini değiştirmeme yetmedi. Kurduğum cümleler havada asılı kalmış iyi niyetli bomboş balondan başka bir şey olamadı. Ben konuşmadan önce insanlar ne düşünüyorlarsa konuştuktan sonrada aynısı oldu. Gerçekten ama gerçekten konuşarak insanları etkileyebiliyor musunuz. Yani birinin fikrini değiştirebiliyor musunuz. Yani aldatılmış bir kadın iyi bir mazeret sunduğunda eşini affedebiliyor mu… Yahut aslında iç sesi affetmek istediği için mi affediyor. Yaa gerçekten konuşmak ne işe yarıyor.

Küçüktüm ne kadar küçüktüm hatırlamıyorum ama anneme yahut babama her kızdığımda ölümüne susmak istiyordum. Öyle ki onlara böyle ceza kesmeli ve onlar sonsuza kadar benim aklımdan ne geçtiğini bilmemeliydiler. Bu fikir aklıma nerden gelmişti bilmiyorum. Olsa olsa izlediğim bir filmin etkisinde kalmış olabilirim yahut çevremdeki böyle bir engelliyi uzun süre gözlemleyerek bu fikri bulmuşta olabilirim. Çünkü oldum olası insanlara karşı hep merak içinde olmuşumdur. Her neyse işte son günlerde kendime sürekli bu tembihte bulunuyorum” konuşma” “sus” gece gibi, deniz dibi gibi, toprak gibi sessiz kal. Kıymet vermeyen insanlara konuşma, seni tanımalarına aklından ne geçtiğini bilmelerine izin verme. Kendi iç yolculuğuna yaren tutma. Herkes dışında kalsın bu yolculuğun.

Susmak; yorgun bir belleğin, kırgın bir kalbin sessiz çığlığıdır.

Susmak eylemsizliği anlaşılmanın.

Susmak akıntıda küreksiz kalmak.

Susmak her şeyi kaderine bırakmak.

Susmak boyun eğmek olacaklara.

Susmak kabullenmek.

Susmak kimsesizliğini fark etmek.

Susmak …

Sussss….

Sustum!


26 Kasım 2012 Pazartesi

SAHİPSİZ MEYVE...



Bir doğum gibi sancıyla koptu dalından meyve
Bilemedi niye düştü
Niye koptu
Ne oldu
Ama bir an vardı bir an yok oldu gibi düştü yere
Yuvarlandı meyve çimlerin yere düşmüş ağaç yapraklarının arasında
Şöyle bir baktı ağaçlara çeşit çeşit
Bilemedi kendisini
Bilemedi hangi ağacın meyvesi
Kime ait kimin
Bilemedi
Niye düştüğünü de bilemedi
Sanırım vazgeçmişti ağaç meyvesinden düştü
Doğum gibi de değildi sanki
Bir erken doğum gibi vakitsizce
Daha hala ihtiyacı vardı ağaca
Ama bilemedi ağaç bu muhtaçlığı
Sıyırdı attı kendinden olanı
Meyve yapayalnız kaldı birkaç ağacın gölgesinde
Çevresi doluydu tüm varlıklarıyla ama
Ama yalnız kalmıştı bir kere
Bilemedi kim olduğunu şaşırdı kaldı
Bir meyve kurudu zamansız birkaç ağaç gölgesinde
Kim olduğunu bilemedi
Bilemedi armut dibine düşerdi
Belki de bilirdi de 
o konduramadı…

a.okul

 

22 Kasım 2012 Perşembe

İLK ÖĞRETMENLİK DENEYİMİM. YIL: 1996

bir kaç yıl evvel resim bölümünde okuyan bir öğrencimin dersi için benden rica ettiği bir yazıydı sizlerle paylaşmak istedim. dilerim sıkılmazsınız:)
......................................
Öğretmenlik güzel olduğu kadar özel bir meslektir. Hiçbir meslekte olmadığı gibi malzemen insandır. İnsanın en tecrübesizi en pırıl pırıl en kirlenmemişi en safıyla karşı karşıyasınızdır. İşiniz bir kuyumcu inceliğinde olmalıdır. Çünkü size malzemenin en işlenmemişi sunulmuştur. Çocuklar.

Onlar öğrenmeye aç ama ne bilip ne bilmediklerinden uzaktırlar. Yani ne bildiğini veya ne bilmediğini sorduğunuzda bir cevap alamazsınız. Çünkü henüz birikim aşamasındadırlar onlar. Tecrübe edinerek öğrendikleri henüz çok azdır. Duydukları ve gördükleri belleklerinde bir resimden daha fazla anlam taşımaz. Öğretmenliğin ilk kuralıdır sanırım onlara bilgiyi verirken onu kullanmalarını tecrübe etmelerini sağlamak. İşte o zaman onlar anlatılanları daha iyi anlar sizde daha iyi öğretmen olursunuz.

Onlarla tanışmam 13 Eylül 1996 yılında mersinin Gülnar ilçesinde başladı. Ama ben size onlara beni ulaştıran yolculuktan bahsetmek istiyorum. Sanıyorum bahsettiğim tarihten bir hafta falan önceydi. Üniversiteyi Ankara’da gazi üniversitesinin resim bölümünden mezun olmuş ve şimdiki gibi bir kpss sınavına girmeden başvuruda bulunmuştum. Ama bizim şehir tercih etme gibi bir lüksümüz de yoktu. Sadece başvuruda bulunmuştuk işte. Bir süre sonra babamla tayinlerin açıklandığı binanın önünde sabahın erken saatinde heyecanla bekledik. Ankara’da okumuştum. Hele branşımda resim olunca bu büyük şehrin bütün nimetlerinden faydalanmıştım. Yani o zamanlar sergi açılışlarımızı milletvekilleri siyasi parti başkanları falan yapardı. Böylece birçok insanla tanışma olanağı bulmuştum. Bunları ukalalık olsun diye değil daha sonra anlatacaklarımla ilgili olduğu için bahsediyorum. Her neyse sonuçları beklerken ankara'ya yakın bir şehir olması için dua ediyordum.  Listeler binanın camına yapıştırıldıktan sonra sayfalar dolusu listelere bakmış ve ilk hayal kırıklığımı yaşamıştım. Tayinim kahramanmaraş'a çıkmıştı. Bu hiç düşündüğüm bir sonuç değildi. Haritadaki yerinden başka hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Ön yargının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamama daha çok uzun süre vardı. Panik olmuştum. Ben oraya nasıl giderdim. Tabi benim gibi kraliyet ailesinden gelen biri için fazla vasat bir şehirdi. Babamın duyguları ise bundan çok daha farklıydı. Onun tek sıkıntısı kızının kendinden uzak bir şehirde yaşaması idi. Ve babamla ortak karar alarak bu şehri isteyen biriyle becayiş yapacaktık. Büyük bir kağıda kahraman Maraş verilir…….. Yazdım. Babam kulağıma eğilerek bana “Sivas alınır diye yaz” tembihlerinde bulunuyordu. Ankara’da kalabilmek çok küçük bir ihtimaldi. Bu nedenle şimdi tek kriterim Maraş'tan biraz daha büyük şehir olmasıydı. Ve babamı dinlemeyerek ‘kahraman Maraş verilir her yer alınır’ yazdım. Babam pek hoşlanmamıştı ama ben o zamanlar biraz burnunun dikine giden bir kızdım. Fazla ısrarcıda olamıyordu. Bir süre bahçede bizim gibi elinde kâğıtları yazmış kaldırarak bağıran birçok öğretmen adayıyla birlikte bende bağırmaya başladım. Durum biraz pazarcılara benziyordu. Fazla sürmedi. Biri yanıma geldi. “sana Sakarya'yı versem bana Maraş'ı verir misin” dedi. Aslında bu iyi bir teklif sayılabilirdi. Ama ben daha önce üç yıl o şehirde kaldığım için macera olsun diye farklı bir şehir arıyordum. Birkaç dakika sonra esmer ufak tefek bir genç yanımıza geldi. “benimle mersini becayiş yapar mısın” evet bu daha iyi bir teklifti. Ne de olsa mersin bir sahil kentiydi. Hiç bir şey olmasa denizi vardı. Deniz bana fazlasıyla yeterdi. Ve babamı kandırarak bu teklifi kabul ettim. Birkaç gün süren prosedürden sonra tayinim mersine çıkmıştı. Önce göreve başlamalı sonra eşyalarımı alıp gelmeliydim. Bu nedenle babamla birlikte Ankara terminalinden otobüse bindik. Üzerimde yırtık kotum, solmuş tişörtümle otobüsümüze bindik. Akşam dokuz sularıydı yola çıktığımızda. Sabah altı gibi mersinin bunaltıcı sıcağına merhaba demiştik. Şimdi bize söylenen depo okulumuza gidecek orda yapılacak kura çekimiyle asıl okullarımızı belirleyecektik. Bahçede birkaç insanla tanıştık. Onlarda bizim gibi bu kura için gelmişlerdi. İçlerinden bir tanesi yaşlı bir amca bana “kızım güzel şehre çıkmış tayinin nere olursa olsun iyidir. Mersinin her köşesi bir cennettir. Bu deniz başka hiçbir şehirde yoktur. Mut biraz içeride kalır ama orası da gelişmiş bir ilçedir rahat edersin. Gülnar çıkmasında neresi çıkarsa çıksın” dedi. Bir süre sonra kura için bizi içeri aldılar. Saatler süren kura benim heyecanımı her geçen dakika artırıyordu. Salonda nerdeyse kimse kalmamıştı. Kurayı yöneten bayan kuranın sona erdiğini söyleyerek salonu boşalttı. Ama ben kura çekmemiştim. Panikle kadının yanına gittim. Adımı sordu. İsmim söyledikten sonra elindeki büyük deftere bakarak bana kura çekemeyeceğimi tayinimin doğrudan Gülnar’da Gülnar lisesine çıktığını söyledi. Bu benim için kocaman bir hayal kırıklığıydı. Olabilecek en kötü seçeneğe maruz kalmıştım. O ara babamın da canının sıkıldığını fark ettim. Bu iyi bir şeydi. Belki başka seçenekler yaratabilirdi bana. Tabi bu sadece küçük bir umuttu. En azından yanımda sevinçle sırıtan biri yoktu yani. Babam orda Gülnar’a nasıl gidebileceğimiz sordu birilerine. Sonra bize minibüslerine bineceğimiz yeri tarif ettiler. Saat on bir sularıydı. Küçük köhne bir minibüse bindik. Babam orda hemen birileriyle ahbap oldu. Gülnar hakkında bilgi toplamaya çalışıyordu. Ama benim yüzümden düşen bin parçaydı. Kaderime boyun eğerek yolculuğumuza başladık. İki saat boyunca sahil yolu boyunca ilerledik. O ana kadar her şey normal görünüyordu. Minibüste bizim gibi tayini çıkan dört öğretmen daha vardı. Ama tanışmaya pek hevesli değildim. O işi babam yapıyordu. Sahil yolundan ayrılıp orman yoluna girince manzara tamamen değişti. Belki başka şartlarda burada olsaydım görüntüyü daha çok beğenebilirdim. Ama şu bir gerçek ki biz torosların tepesine doğru tırmanmaya devam ediyorduk. Ben aynı ağaçları izlemekten sıkılınca gözlerimi kapattım ve uyumaya karar verdim. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama bir ara babamın şoförle yaptığı sohbetler benim uyanmama neden oldu. Babam şoföre “gardaş kaç saattir bir araba geçmedi. Burası nasıl bir yer”. Tabi babamın aldığı cevaplar hep olumluydu. Ama babam bir türlü ikna olmuyordu. Gazete gelir mi her gün, fırını var mı diye sorular sorup duruyordu. Tedirginliğini hissediyordum. Tabi kızının bunlarla başa çıkamayacağını oda biliyordu.

Yaklaşık bir saat süren toros tırmanışımızdan sonra Gülnar'a girdik dediler ve minibüs durdu. Yani girmemizle merkezine gelmemiz aynı anda olmuştu. Saat daha sekizdi ama ilçe simsiyah bir karanlığa gömülüydü. Yolun tam ikiye ayrıldığı yerde üç katlı bir bina vardı. Buranın milli eğitim olduğunu söylediler. Merdivenlerinden çıktığımızda kapı kilitliydi. Kasaba ölü bir yer gibiydi. Tek bir insan yoktu çevrede nede bir ışık. Gelmek için yanlış bir günü seçmiştik çünkü o gün ilçede elektrikler kesilmişti. Dükkânlar kapalı öğretmen evinin kapısında kocaman bir asma kilit vardı. Saat daha sekizdi ama insanlar çoktan uykuya dalmış gibi görünüyordu. Oysa Ankara'da gün hala devam ediyordu. Ve ışıklar gelin gibi süslemişti şehri. Birkaç insan bizim bu öğretmen gurubumuza yardımcı olmaya çalıştılar. Pastane sahibi bir genç bizim için pastanesini açtı. Acıkmıştık ve yemek yiyebileceğimiz bir yer olmadığı gibi bir şeyler alabileceğimiz bir markette açık değildi. Girişin solunda küçük bir tezgâh ortada üç tane masa ve sandalyelerinin olduğu pastaneye girdik. Bize yiyecek bir şeyler getirdiler. Vişne suyu ve bayatlamış kuru pasta. Acıkmıştım ve pek seçeneğim yoktu. Kapının tam karşısında oturuyordum. İçeriyi ayın ışığı aydınlatıyordu. Elime pastayı alıp ağzıma götürmek üzereydim ki kocaman bir hamam böceğinin tezgâhın altından dışarı çıktığını gördüm. Bu ilk izlenim için hiç iyi bir karşılama değildi. Tabi hiç bir şey yiyemedim. Sonra üzerinde şalvar başında kasketiyle biri geldi bu öğretmenevi müdürüydü. Bize öğretmen evinde kalabileceğimizi söyleyerek karşımızdaki binaya yönlendirdi. Mumun ışığında dar koridorlardan geçerek odamıza geldik. İçeri girer girmez babam çantasından karayolları haritasını çıkarak elinde çakmağıyla Gülnar’I harita üzerinde bulmaya çalışıyordu. “burada deniz kenarı gibi görünüyor ama çok uzakmış şehre “dedi. Benden tek bir kelime çıkmıyordu. Ben perdeyi aralamış camdan dışarı bakıyordum. Hiçbir şey görünmüyordu kocaman gökyüzünde ışıldayan yıldızlar hariç sanırım o an için buranın en güzel yanı bu kocaman yıldızlarıydı. Sonra babam bana dönerek “kızım hele bir sabah olsun. Görevine başlarsın baktın hoşuna gitmedi istifa eder ertesi yıl tekrar başvurursun” dedi. O benden daha çok endişeliydi. Benim bildiğim tek şey buraya ait olmadığımdı.

Sabah dışarıdan gelen seslerle uyandım. Ama babam odada yoktu. O gittiği yerleri tanımayı gezmeyi çok severdi o nedenle odada olmaması beni şaşırtmamıştı. Pencereden dışarı baktığımda küçük yolları olan hareketli bir kasaba gördüm. Günlerden cumaydı ve bu onların Pazar günüydü. Köyden getirdikleri ürünleri satabilecekleri tek yer. İzledikçe hoşuma gitmeye başlamıştı. Küçük ve heyecan içinde bir sürü insan. Tabi burada yaşayacağım düşüncesiyle karşı karşıya kalana kadar.

O sırada babam içeri girdi. Ve bana birileriyle tanıştığını ve birkaç kiralık ev olduğunu diğer gelen öğretmenlerinde ev baktıklarını söyledi. Tabi biraz ivedi olmalı ve en güzel evi biz kiralamalıydık. Bu benim kendime ait ilk evim olacaktı bu nedenle heyecanlanmıştım. Hazırlanarak babamla çıktık. Genç bir edebiyat öğretmeni ve yanında yaşlı bir amcayla yan yana dizili tek katlı bir sürü evin arasında yaşlı adamın evine geldik. Ev iki katlıydı ve bize gösterdiği ev bunun merdiven altına yapılmış küçük bir mutfak ve iki odadan oluşan bir yerdi. Burası onların ardiye olarak kullandıkları evdi. İçeride ağır bir tarhana kokusu vardı. Sanırım yeni boşaltmışlardı. Babam banyo ve tuvaleti sorunca yaşlı amca “banyosu tuvaleti yok. Benim altı kızım var biride o olur ne olacak gelsin yıkansın” dedi. Yaşlı amca teklifinde ciddiydi. Ama babam buna pek sıcak bakmadı. Elbette ilk defa ayrılıyorduk. Yabancı şehirde tanımadığı bir aileyle kızının banyo ve tuvaleti ortak kullanması pek hoş olmazdı. Yanımızdaki bize rehberlik eden Gülnar'a damat gelmiş edebiyat öğretmeni kayınvalidesinin bir yayla evi olduğunu söyledi. Eğer ikna edebilersek orayı kiralayabileceğimizi söyledi. Öğlen olmuştu ve ben oradan bir an önce kurtulmak ve medeniyete dönmek istiyordum. Heyecanla onu takip ettik..

Sokaktaki evlerin arasından giriyor mezarlığı geçiyorduk.  Ev büyük bir bağın tam ortasındaydı. Dışa açılan tam üç kapısı vardı. Teyze burada kimsenin kapıyı kilitlemediğini hiç hırsızlık olaylarının olmadığını söylemişti. Babam mezarlıktan tedirgin olmuştu ama benim mezarlıklardan korkma yaşım daha gelmemişti sanırım. Pek umursamadım. Evi beğendim. En azından banyo ve tuvaleti vardı ve yerler fayanstı. Babam hemen evin kirasını ödedi. Çünkü ev sahibinin vazgeçmesini istemiyordu. Elimizde olan birkaç bavulu tahtadan yapılmış divana koyduk.  Sonunda babamla yalnız kalmıştık. Görev başarıyla sona ermişti. Şehre giden son minibüs saat beşteydi ve ben babamı o ana kadar ikna etmeliydim. Kısa bir iki konuşmadan sonra babamı ikna ettim. Hızla otobüs durağına doğru gittik. Saat sekizde mersin terminalindeydik. Dokuzda Ankara arabasına binerek medeniyete geri dönmüştüm.

Ankara’dan ayrılmak çok zor olacaktı. Dört yıldır bu şehirde yaşıyordum. Etkinliklerdi, sinemaydı sergiydi tüm bu hareket artık hayatımda olmayacaktı. Üniversite insana daha havalı geliyor. Baba parası yemek öğretmen olmaktan daha iyiymiş gibi. Şimdi küçük bir kasabada küçük bir öğretmencik olacaktım. İdeallerim bunlar değildi. Grafik bölümünü seçerken arzum büyük bir reklam ajansında çalışmaktı. Ama bu da hayalden öteye gidemedi. Çünkü özel sektörde hak diye bir şey yoktu. Hayatını kazanmak için çok az paraya çok iş yapmalı, söylenecek her türlü hakarete boyun eğmeliydim. En azından bir on sene. Öğretmenliğin o günlerde benim için en cazip tarafı buydu. Haklarım vardı. Bu iyi bir şeydi. İşimi yapacak paramı kazanacaktım. Ama bu şehir benim tüm standartlarımı alt üst edecekti. Kuaförümden ayrılacaktım. Bu bir bayan için önemli bir şeydir. Sonra girdiğim lokantalarda garsonların kıyafetlerine bakar en ufak bir leke görünce yemez kalkardım. Anlayacağınız ukalaydım. Hayat henüz beni hiç yoğurmamıştı. Her şeyi bildiğini sanan bir çömezdim sadece. Bunu yıllar geçtikçe anladım. Ve yıllar geçtikçe içimi doyuran, genişleten, bana alanlar yaratan, beni ben yapan, kendi filmim çektiğim, kendi komedimde oynadığım, canlı resim çalışmalar yaptığım bana özel sahnemdeydim. Kürsümdeydim. Seni hayranlıkla izleyen böyle bir kitle daha hiç bir yerde bulamazsınız. Size sonuna kadar güvenen, kimseye açmadığı sırlarını rahatça açan, hiçbir kötü niyeti olmadan safça ve samimice sizi eleştiren, gerçek izleyiciler öğrencilerim. Ben yirmi üç yaşında küçük bir öğretmendim onlarda küçük birer öğrenci; onlar beni ben onları büyüttüm. Öğretmenler her şeyi bilmez. Ama bunu öğrenciler hiç bilmez. Ben ne öğrettimse bir o kadar onlardan öğrendim. Ülkemin güzelliğini renklerini sıcaklığını. Ankara’nın ışıkları altında bunları göremezdim.

Bir gün bir öğretmen arkadaşımız bizi kendi okuluna davet etti. Kendisi rehberlik öğretmeniydi ama sınıf öğretmeni olarak atanmıştı ve okulda kendisinden başka hiçbir devlet memuru yoktu. Yani hem öğretmen hem müdür hem hizmetliydi. Israrları üzerine onun öğretmenlik kaptığı köye gitmeye karar verdim. Ogün benim boş günümdü. Zaten bu ilçede de yapacak pek bir şey yoktu. Kendisi ilçede kalıyordu ve her gün arabayla köye gidiş geliş yapıyordu. Sabah saat sekiz gibi beni evden aldı. Buraya mersin dediysek kaldığımız ilçenin torosların tepesi olduğunu unutmayın. Poyraz denen rüzgârın ne şiddetli bir şey olduğunu ben orda öğrendim. Rüzgârdan havada uçan kuşlar duvara çarpar kanadı kırılırdı. Yürürken bacaklarınızı kontrol edemezsiniz. Birbirine çarpar. Kışı pek serttir anlayacağınız.

Kar yağmış, köye giden tüm yollar çamura dönüşmüştü. Bir gün okuluma giderken böyle bir çamurda ayakkabım kalmıştı ve eve çamura basa basa dönmek zorunda kalmıştım. İlk işimde uzun çizmeler almak olmuştu. Köye nasıl girdik anlamadım. Tepelerle dolu çamur bir arazinin ortasında küçük tek katlı önünde bir Atatürk büstü ve bayrağı olan beyaz boyalı bir okul. Eğer bayrak olmasa onun okul olduğuna ihtimal vermezdim. Tepelerin üzerinde de birbirinden uzakta küçük ahşap evler vardı. her tepenin üstünden küçük çocuklar o merkeze doğru geliyordu. Hava çok soğuktu ve ben üzerimde yün kazaklarım şapkam eldivenlerim ve kaba çizmelerimle tam bir donanım içindeydim. Ama o çocuklar. Fermuarı bozuk, sırtı beline kadar açık, ayaklarında kara lastiklerle ve çorapsız, soğuktan çatlamış ellerinden sızan ince kanla bir avuç odun getiriyorlardı okula. Ben ankara'da arı kolejinde yapmıştım stajımı. Bir an onlar geldi aklıma eğitim her yerde bir şekilde vardı. Ama farklı şekilde. Arabadan indiğimizde konuşmakta zorluk çeken çocuklar ard arda bize “günaydın öğretmenim” dediler. Zorluk çekiyorlardı ama bunun nedeni Türkçeyi bilmemelerinden değildi. Daha önce kimsenin yanında aileleri olmadan konuşmuyorlardı ki. Onlar bile çoğu zaman susturmuşlardı. Çekincen ve ürkeklerdi. Küçük kısa boylu bir erkek çocuğu hemen su bidonlarını kaptığı gibi köyün çeşmesinden su getirmek için dışarı çıktı. Küçük bir kız eline ot süpürgeyi alarak sınıfı süpürmeye başladı. Yaşça onlardan biraz daha büyük iki çocuk sınıfın sobasını yakmaya çalıştılar. O heyecan o panik görülmeye değerdi. Bir şeyler öğrenmek adına yapılan fedakârlık. Yarım saat içinde sınıf hazırdı. Ben donmak üzereydim ve ellerimi sobada ısıtmaya çalışıyordum. Tüm sınıf, yani tüm okul, yani hepsi on bir kişi, sobanın etrafında ellerimiz ısıtıyorduk. Ayaklarında çorap dahi yoktu. Sırtı beline kadar açık kız çocuğu alttan sadece rengi solmuş bir penye giymişti. Atleti daha yoktu. Ben mi fazla üşüyordum onlar mı fazla dayanıklıydılar. Ama şu bir gerçek ki. Hiçbir fark yoktu tek fark yokluktu. Ve o çocuklar kaderlerini değiştirmek için yapıyorlardı bu fedakârlığı. Onlar konuşmuyorlardı fazla ama her şeyin farkındaydılar. Kaderlerini değiştirmenin tek yolunun okumak olduğunun.

Sınıf beşe ayrımlaştı. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf. Arkadaşım sırayla hepsiyle ilgileniyordu. Bir sınıfa bir şey anlatıp onlara ödev veriyor sonra diğer sınıfa geçiyordu. Ve bu böyle devam etti gün boyu. Beşinci sınıflarda ders hayat bilgisiydi. Ünitenin ne olduğunu hatırlamıyorum ama şehirlerdeki kanalizasyonlardan bahsediyordu. Bunu anlatabileceğimi düşünerek dersi ondan devraldım. Ama tam bir hayal kırıklığıydı. Evlerinde su olmayan insanlara kanalizasyon nasıl anlatılabilirdi ki. Evindeki musluğu açıyorsun kullanıyorsun sonra bunlar evin altından geçen büyük borularla denize kadar gidiyor. Elbette anlatamadım.

Bu benim hayatımın dersiydi. Evet, her zaman ben onlara öğretmiyordum her gün onlardan bir şey öğreniyordum.

Çoğu arkadaşım bir yılı doldurmadan kimi eş durumundan kimi torpille başka şehirlere gittiler. Ben tam üç yıl o ilçede kaldım. O tadı o lezzeti hala alamıyorum. Öğrencilerim evimde kalamaya gelirlerdi. Onlarla bir şeyler paylaşıyor, yaşadıkları dünyanın çok büyük olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Benim onları çalışmaya yönlendirme gibi bir durumum yoktu. Onlar zaten her türlü fedakârlığı yapıyorlardı. Lisede çalışıyordum. Öğrencilerimin çoğu sabah kalkıp hayvanlarını otlağa götürüp bırakıyor sonra eve gelip hazırlanıyorlar sonra okula geliyorlardı. Evet, bazen sınıflarımız ahır gibi kokuyordu. Ama bu bir amacın alın teriydi. Buna ancak saygı duyulabilirdi.  

Öğretmenlik alçak gönüllülük ister. Öğrenci karşısında bilmiş bilmiş konuşan bir robot istemez. Dertlerine derman olamazsınız. Onlarda bunun farkında sizde biliyorsunuz. Biz sadece onların rehberiyiz hayatta. Öğretim her şekilde alınır. Maharet bu çamurdan sanat eseri yaratmakta. Eğitmekte, örnek olmakta. Bir gün o kürsünün başına geçtiğinizde bir zamanlar sizinde öğrenci olduğunuzu unutmayın. Öğrenci yapmacık davranışı samimiyetsizliği hemen anlar. Ne kadar dürüstsen o kadar başarılı olursun. Amaçlarımızdan biride bu değil midir zaten dürüst vatansever insanlar yetiştirmek. Branşımızı hiçbir zaman küçümsemeyin. Her iş bir disiplin ister. Ama bunu yaparken kompleksli olmayın. Her şey matematik olmadığı gibi resim de demek değildir. Resim öğretmenin amaçlarını unutmuş birçok resim öğretmeni vardır çevremizde ve bizim bu güzel mesleğimizi hiç iyi temsil edememektedirler. Resim rahatlama dersi olmadığı gibi çocukları süründürme dersi de değildir. Altında güzellik yatar. Bunu asla unutmayın. Eğer öğrencileriniz özgür düşünebiliyorsa, kendilerini mutlu etmenin yollarını doğru bulmuşlarsa, kimsenin etkisi altında kalmadan kendilerini gerçekleştirebilip, sorunlara çarpıcı çözümler sunabiliyorlarsa siz iyi bir öğretmensiniz. Hayatı boyunca resimle hiçbir ilgisi olmayacak insanın güzel bardak resmi çizmesinin kimseye bir faydası olmayacaktır. Her derse girmeden önce m.e.b.nın resim dersinin amaçları başlıklı yazısını okumasını öneriyorum.

 
Çok konuştum galiba. meğer anlatacak daha ne çok şeyim varmış. Sanırım bu seferlik yeter. Sen iyi bir gençsin ve iyi bir öğretmen olacaksın. Biz sanatçılar birer ışığız ve görevimiz bu ışığımızla güzellikleri açığa çıkarmaktır. Hepinize bu güzel yolculuğunuzda başarılar diliyorum. Hiç bir şeyden korkmayın. Bu ülkenin bir yerlerinde ışığınıza muhtaç binlerce çocuk sizin onu keşfetmenizi bekliyor. Bu vatan hepimizin. Biz ne Ankara için nede Sivas için öğretmeniz. Bu ülkenin her şehri bizim, her okulu bizim, her sınıfı bizim. Ulu önderimize yakışır gençler olun çağdaş ve medeni. Çağdaşlığınızın giydiğiniz kotun markasıyla doğru orantılı olmadığını benden önce anlamış olmanız dileğiyle. Esenlikler dilerim.  
 
A.OKUL
 
 
 

 

19 Kasım 2012 Pazartesi

AŞKIN ÖLÜ HALİ...


Bu gün bir başka kelime takıldı aklıma. Nerelerde nasıl kullanırız diye düşündüm durdum ne garip dimi. Bir kelime takılı veriyor aklıma ve ben onunla ilgili bir sürü anı bir sürü fikir toplayıp duruyorum. Durumlar birbirine karışıyor. Bugünkü konum: kayıp.

Önce usule uygun olsun diye TDK ya göre bir izah yapalım. Yapalım elbette de bendeki manası çook farklı tabi ki.
1. isim Kaybolma, yitme, yitim
2. Kaybedilen şey
3. sıfat Kaybolmuş olan, yitik, zayi

Kelime günümüz Türkçesinde ne kadar sıradan ve ne kadar boş. Ben bunu hissediyorum sizde aynı şeyi hissediyor musunuz? Tanımlanırken ki kelimelere bakar mısınız? Kaybolma…yitme…yitim…yitik…Zayi.. Siz ne anladınız bilemiyorum ama beni çok hüzünlendirdi. İşin aslı bu akşam öyle boş boş tv izlerken bende yarattığı hüzünde tam bu kelimelerdeydi yitik ve zayi.

Nelerimizi kaybederiz zaman içinde. Maddi manevi nelerimizi. Kayıplarımız sadece gözden mi uzaktır yani kanepenin arkasında mıdır yoksa tamamen var olan bir şeyin somut durumundan kurtulup soyut bir dünyaya geçişimidir. Bu bir ölüm müdür kayıp. Yoksa yüreğimizde yeşerttiğimiz bir filiz midir emekle özenle büyüttüğümüz bir dostluk mudur? Sevgi midir? Yiten ve kaybolan şey. Nasılda küçücük bir kelimenin içine sıkışmıştır. Rengi biraz sarı biraz turuncu gibi.  Beş harfli bir kavram. Aşkın ölü hali sanki.

Neler yitti bu hayatta kimleri kaybettik. Biz kimde nasıl kaybolduk. Hiç unutmadığımız insanların belleklerinde nasıl yittik kim bilir. Varlığım kayba kontrast bir düşünce hali. Bir ordasın bir burada. Bir varsın bir yok. Maddenin de bir anlamı yok. Varlığım bir illüzyon kim bilir. Siz var diyorsanız varım yok diyorsanız yokum. Sizde öylesiniz bi yerde. Yitik olmaya aday insanlar. Kayıp zayi anılar ve varlıklar. Kelimelere sıkışmış bir dünya…

Peki yiten şey yerine ne bırakmıştır.  Hani giden gitmiştir de yıllarca bir çivi gibi içimize çaktığımız (yahut belleğimize ) o varlık ne olmuştur. Ve biz nasıl hemencecik yerine bir şeyi yerleştirebiliyoruz. Bir sandalye boşluğuna bir kanepe yahut bir deniz boşluğuna bir çanta yetiyor mu. Evvelden var olan sonra yok olma durumuna geçmiş olan şey yerini neye bırakmıştır. O ruh o psikoloji o boşluğu nasıl doldurur. Kolay mıdır okyanuslara gereksiz ıvır zıvır bulmak. Boşluklar aks yapmaz mı cereyanı olmaz mı bu belleğin.

Kayıp ne zavallı ne yitik bir kelime. Ve ne çaresiz. Olan olmuştur ve tüm iş onu onarmaya çalışacak psikolojiye kalmıştır. Nasıl bir maneviyat o yitikliği doldurabilir.

Ayrıca yitme kelimesi sevmediğimiz bir şeyden kurtulma hali olamaz dimi. O zaman kurtulduk deriz. Kayıpta var bir üzüntü. Bir memnuniyetsizlik var.

Ben bu aralar bir şey kaybettim biliyorum. Ama hafızam iyi değil sanki. Hatırlamıyorum. Ama biliyorum rüzgârlar esiyor yüreğimde. Bulan var mı ben bir şey kaybettim…

a.okul



16 Kasım 2012 Cuma

AH Bİ DİNLENSEM ASLINDA...


Yaşadıkça öğrendim.
Hatta eminim diyebilirim.
Hiç bir şeyden emin olmadığımı öğrendim.
Yarım kalmış okunmamış sonu gelmemiş bir roman gibi yaşamlar..
Bu kimdi hangi filmden karakterdi iyi miydi kötü müydü? Kim kimin nesiydi.
Unuttum afalladım. Şaşırdım kaldım.
Bu filmde annemdi diğerinde kimdi kim kim için neydi.
Niye dedi niye yaptı niye söyledi.
Niye gülüyorum hâlbuki çok üzgündüm.
Yazamıyorum hâlbuki içim yığma dolu.
Ne oluyor bilmiyorum.
Ben kimim iyi miyim kötü müyüm?
Tüm bunlara sebep ben miyim?
Yoksa ben yok muyum?
Öldüm mü yoksa hiç doğmadım mı.
Nasıl olur beni fark etmediler.
Ağladığımı da güldüğümü de.
 Niçin böylesine tepkisizler.
Sizden değil miyim yoksa uzaylı mıyım.
Nereye kime aitim.
Kimin dalı kimin parçasıyım.
Kime yaslanayım.
Yorgunum.
Yaslanmalıyım.
Dinlenmeliyim biraz.
 Yok mu bi gölge.
Yok mu bi gölgen.
Bir an için sığınayım.
Çok yorgunum.
Aslında bi dinlensem kanar yaralarım.
Yaralarım milattan önceden kalma her gün her an mütemadiyen kanamakta.
Yer bitirir sevdiklerim koparır etlerimi.
Etlerim sevgilerine diyet.
Bi dinlensem aslında ah bi dinlensem.
Ve hatta bir an için biraz sağır olsam hiç duymasan kim bilir kör olsam biraz görmesen sizi.
Umursamazlığınızı.
Acımasızlığınızı.
Benden giden adımlarınızı görmesem.
 Duymak nimettir ya hani bu nimeti eziyet eden insanlar. 
Benim sınavım.
Bi dinlensem şöyle biraz bi dinlensem.
Ağlasam belki biraz, gözyaşlarım milattan öncesinden yığma.
Bıraksanız ağlasam.
Demeseniz yaaaa deymez boşver demeseniz.
Değiyor …
değdi hissettim.
İçim acıdı.
 Değdi hem en derinden.
Offf bi gölgesi yok mu kimsenin.
Yaslansam şöyle biraz dinlensem.
Bir ağaç kovuğu gibi.
Bir an için kendimi güvende hissetsem.
Kapasam gözlerimi korkmasam inciteceğinizden beni.
Rahatlasam.
Kendimi sıkmaktan kasılmış omuzlarım inse biraz….
Ahh bi dinlensem.
Çok yorguunum.
Çok yorgunnn.
Yok mu bi gölgesi kimsenin.
Orda kimse var mıı.
Kimse yok mu.
Yok.
Yok.
yokkk
!
!
!
...

1 Kasım 2012 Perşembe

GÖMÜLDÜĞÜN ANDAN İTİBAREN TÜM SİSTEMLER SENİ UNUTMAYA MODLANIR



Su akar yolunu bulur.
 Tek gerçekte budur. Ama istediğin yalansa süslü püslü. Her gün bir yenisini uydur. 
Kimse yadırgamaz çünkü insanların her gün yaptığı budur. 
Hayata anlam katmaktan bahsederler ve kattıkları tek şey anlamsız faaliyetler. 
Düşünmekten aciz beyinler çalıntı fikirlerle saltanat sürerler. Biri gecenin bi yarısı bi yalan uydurur ertesi gün bu bir fenomen olur. Gerçek dururken kabak gibi ortada her gün yeni bir yalana sığınır. Ve bilir aslında insanoğlu her şeyi. Ama gerçek kaldırılamayacak kadar ağır olur.
 Hele yüklemişse omzuna yalanlardan bir felsefe taşıması daha zor olur. Her biri bir çirkinliğini kapatacak bir kapatıcı arar. Kimi ahlaksızlığına kimi hırsızlığına. Flörtün adı kankalık, aldatmanın adı sosyal arkadaşlık, ihanetin adı dobralık olmuşsa çokta zorlanmaz böylesi insanlar çirkeflerini kapatacak bir tonu bulmakta. 
Gerçek ateş topu gibidir. Kolay değildir elde tutmak bakmak ve inanmak, inanmak ve öylesine yaşamak. Kolay değildir yaşamın şaşasından vazgeçmek. Her babayiğidinde harcı değildir hani.
   

    Gerçek mi ne? Senin hiç kimseden bir farkının olmadığı, tamamen sıradan ve basit olduğun. Sana sunulmuş tüm nimetleri nefsinle içine edecek kadar aciz olduğun. Arkadaş olmadığın dost aramadığın eş olamadığın sadık kalmadığın; ne zaman mı? Arkadaşınla çıkarların çatıştığında eşin istediğin gibi davranmadığında ihanet süslü karakterinin en zayıf dalında.


    Gerçek... Doğru yaşa hiç bir şeyi gereğinden çok sevme ve bağlanma. Gördüğün ve yaşadığın her şeyi unut. Anılara takılma. Kimseyi kınama. Çok konuşma. Yanlışa doğru deme. Hayat çok kısa ve bu topraklar çok cömert.
 GÖMÜLDÜĞÜN ANDAN İTİBAREN TÜM SİSTEMLER SENİ UNUTMAYA MODLANIR. 
Fazla takılma :))

a.okul




a. okule ilgilenmez.