23 Kasım 2020 Pazartesi

Silah

 Silah nedir ki. Maksat karşıdakine zarar vermekse ihtiyacın olan tek şey onun zayıf tarafını bilmek. Tabancaya tüfeğe gerek yok. Sonra en acı sözünü o zaafa saplayıp kanırtana kadar devam ettiğinde ondan kurtulabilirsin. Bu yöntemle yol edilmeye en büyük aşklar bile fazla dayanmaz. Amacına ulaşırsın, düşmanının içi boşalır posası kalır. O da artık sana zarar veremez zaten. 

18 Kasım 2020 Çarşamba

Başlangıç

 Yıkılmışsa yaparım

Dağılmışsa toplarım

Her hayalkırıklığı kalıntısından her zaman yeni bir yaşam yaratırım. 

Doğru zamanı beklerim

Çok severim

Doğru zamanda yola çıkarım

Pişman olmam

Çünkü doğru zamanda vazgeçerim 

16 Kasım 2020 Pazartesi

Kırık

 Ne söylesen kırılacağım zaten. Tüm camları kırık bir yapı gibiyim. Sanki dokunsan döküleceğim. Sen sus. Konuşma hiç. Ne söylesen kırılacağım...

14 Kasım 2020 Cumartesi

BOŞ

  Üzülüyorum tabi ama yapacak bişey yok. İçim dört tarafı açık eski bir yapı gibi cereyan içinde. İçimde gerçekten fırtınaların estiğini hissediyorum. Sanki parti bitmiş herkes evlerine dağılmış. Kimse kalmamış. İç sesim yankı yapıyor. Ama yine de biliyorum yapacak bişey yok. Bazen sadece oturup beklemek gerekir. Bazen sadece sessizce beklemek dünyanın en zor işi olabilir . Özellikle için cereyan içindeyken...

28 Ekim 2020 Çarşamba

!

 Kendimi uçurumun kenarında gibi hissediyorum. 

Kalırsam yaşayacağım 

Adımımı atarsam uçacağım...

26 Ekim 2020 Pazartesi

Kırık

Cam kırıkları gibi paramparça

Kim kimin parçası

Hangisi diğerine ait

...

Karanlıkta iz sürmekmiş yaşamak

Kimi zaman çamurlu kimi zaman iki kolun bağlı

Başarmak ne zormuş meğer

...

Kırılan kanatlarının yerine 

Yeni uzuvlar yaratmak

Çamurlaşan belleğinden 

Güzel anıları saklamak

...

Anlamını yitiren her kavrama

Heyecanını kaybeden her akşam üstlerine

Yeni nefesler üflemek

...

Sorgulamıyorum

Lakin vakit yok

Koşar adımlarla ölüyorum

...

Ayşe...

26 Şubat 2019 Salı

Sanat İçin

Herkesin bir fikir beyan ettiği bu konuda ben bir şeyler söylemezsem olmazdı. Bende söyleyi verdim. Eğitim tabi ki. Yani öyle ilgili alanım falan değil, çoğu gibi bizzat eğitimini alıp 23 yıldır meslek olarak yapıp, ötesi yaşam tarzım haline getirdiğim bir alan. Öğretmenim ve beni bilen bilir işimi çok seviyorum ve işini severek öğretmenlere (sadece sevenlere) saygı da duyuyorum. Yani işinin önemini bilip, aklı başında, başarılı gençlere öneren “aman sakın öğretmen olmayın” diyenlere demiyorum.
Son dönemlerde Milli Eğitim yıllardır yanlış giden bu treni yolundan çevirmeye çalışıyor. Elbette kolay bir durum değil, kaldı ki bu teknoloji çağında her şey göz açıp kapayıncaya kadar değişirken 30-40 yıl sonra robotların insan gücünün yarısını yapacağı ( varsayan bilim adamları ) belirtilirken, bizim zehir zemberek bu zekâları ezberci bir zihniyetle eğitip, kategorize eden “birkaç zekâ türü”  içine sıkıştırmak kör tırpanla ekin biçmek gibidir.
Yanlış giden bir eğitim sistemimiz var evet. Şu sıralar bunun fark edilmesine seviniyoruz. Zararın neresinden dönersek kardır.
Bilim adamları robot olayında oldukça ileri gitmiş durumdalar. Değil fabrikalarda günlük hayatta kullanmak birçok güçlü devletin asker ihtiyacını karşılayacak robotlar yaptıkları, hali hazırda var olduğu anlaşmalar gereği ortaya çıkarmadıkları söylenmekte. Yani yıllar önce filmlerini izlediğimiz terminatörler artık pek te uzak değil. Sağlıklı beslenmeyi becerirsek bir 30-40 yıl sonra çok rahat görebiliriz. Kim bilir bir gün gerçek bir mutfak robotumuz bile olabilir.
Peki, çağda bu sıçrayışlar yaşanırken bizim 10 yaşındaki çocuklarımız bu eğitim sisteminden geçip 40 yıl sonra yani 50 yaşında o çağa ayak uyduracak, çağın gerisinde değil çağının adamı olabilecek mi? Öğretmenler okullarda bu çocukları o çağa uygun yetiştiriyor mu? Öğretmenlerin gençleri geleceğe hazırladığını düşünürsek bizler öğrencilerimizi o döneme yani biraz terminatör biraz transformes çağına uygun hale getirebilecek miyiz?
Ülkemiz; bir kar yumağı gibi hızla büyüyen, gelişen gözle takip etmenin bile zor olduğu bu yarışa nerden girecek ve hızına uyum sağlayabilecek mi?
Birçok hatadan dönülüyor. Deli gibi formül ezberlemenin, çarpım tablosunu 1. Sınıfta ezberlemenin, okuma yazmayı okula gitmeden öğrenmenin bir zekâ belirtisi olmadığını öğrendik şükür. Çoklu zekâ kuramından bahsedilirken ben bir level atlıyorum ve her insanın parmak izi gibi şahsına münhasır bir zekâsı olduğunu düşünüyorum. Bir yerde zekâyı sayılara ve çeşitlere sıkıştırmadan sınırsız çeşit zekâyı sadece zekâ diyerek noktalıyorum.
Kaç tane çocuğu formülleri ezberleyemediği için geri zekâlı muamelesi yaptık kim bilir. Tüm formüller tahtada yazılı olsaydı da öğrenci hangi formülle doğru sonuca ulaşabilme yeteneği kazansa daha doğru olmaz mıydı mesela.
Gelelim son yıllardaki TÜBİTAK projelerine, bilimsel çalışmalara robotik kodlama derslerine özel yetenekleri keşfetme serüvenine. Tüm bunların hepsine saygı duyuyor bunu sonuna kadar destekliyorum.
Yetenek avcılığına gelince işte burası benim alanım. Daha kendinden emin daha denemiş yanılmış başarmış içinde yaşamış birisi olarak söylüyorum; tüm iyi niyetin farkındayım ve gerçekten ülkem insanının olağan üstü işler yapacak potansiyele sahip olduğunu da düşünüyorum. Ama bu eğitim sistemiyle olmaz. Kısa ve net. Olur, elbet ama siz Ferrari’den şahin performansı beklerseniz olur tabi. Sorun şu ki; tüm gününü okulda geçiren eve yorgun gelen kendiyle baş başa kalmamış doğudan çevreden kültürden yaşamından beslenememiş bir fertten özgün bir şey nasıl beklersiniz
Einstein ı biliyorsunuz. Çocukluğu herkese ilham veriyor özellikle ezberci sistemin çarkları arasında ezilmiş tüm velilere ve öğrencilere. Einstein daha 10 yaşında iken okuluna uyumlu olmadığı gerekçesi ile özel öğretim yapan bir okula gönderilir. Dönemi düşünürsek Almanya’nın sert baskıcı bir eğitimine uyum sağlamakta her babayiğidin harcı değildir. İyi de olmuş. Einstein o okulda daha çok deney yapma, daha çok laboratuvarda vakit geçirme. daha çok oyun oynama vakti bulmuş. Aynı dönemde amcasının verdiği pusula ona ilham kaynağı olmuş günlerce pusulayı izlemiş. Sahi kaçınız günlerce pusulayı izledi. Ve kaçınızın günlerce pusulayı izleyecek vakti ve o muhteşem soruyu soracak bilgisi vardı. “pusulanın içindeki oklar kendiliğinden hareket ediyor. Ben bir şey yapmıyorum ama o hareket ediyor. Tepkinin olması için etkinin olması gerekiyor. Pusula demek ki bir şeye tepki veriyor. Ama neye?”
Biz çocuklarımızın değil cevap vermesi soru sormasına bile vakit vermiyoruz. Teknoloji tasarım diye bir ders var. Öğretmen öğrencilere “sorun yaşadığınız bir şey bulun ve bunu çözün” diyor. Çocuk bunun sorun olduğunun farkında bile değil. Bir buluş için yaşanmışlık gerek. Farkındalığı artıracak alt yapı lazım. Sonra yine başka bir hoca “ bir şeyler tasarlayın ama öyle çok saçma bir şey olmasın” komik değil mi? Dronlar yapılırken bunların taşımacılıkta kullanılacağını tahmin etmişler miydi? Yahut atomu parçalarlarken bu enerjiden internet diye bir şey bulacaklarını biliyorlar mıydı? Ya Ay’a gitmek ilk kimin fikriydi. Böyle bir bakış açısı olabilir mi? Sıradan bakış açılarından sıradan şeyler çıkar. Sınırlandırılmış bir hayal gücünden çılgın bir buluş ortaya çıkamaz. 
Bunu resim sanatı için söyleyecek olursak, sen bahçe duvarlarını 3 metre yap sonra çocuğa “ bak burada özgürsün istediğini yap” de. Amaçla çelişik. Çocuklarımıza yanılma hakkı sunmuyoruz. Bırakın doya doya yanılsınlar. Öyle büyük bir sanatçı olmak kolay bir şey mi. Picasso sanat tarihinde bir dehadır. Leonardo da vinci de öyle. Özel ilgisi olmayan bir sanat tarihçi bile bu sanatçıların 30- 40 bilemedin 50 eserini bilir. Lakin Picasso öldüğünde 35 bin çalışması vardı. 35 bin diyorum., bu öyle azımsanacak bir şey değil. 92 yaşında öldüğünü biliyoruz. 10 yaşında resim yaptığını varsayarsak bu yılda 426 çalışmaya denk gelir. 50 eserini bildiğimiz bir sanatçı toplam 34 950 kez yanılmış. Yanılma derken yanlış işler yapmış anlamı çıkmasın, sanatçının kendi içindeki devinimi için bu oldukça anlamlı bir süreçtir. Bir yanılgı olmadan diğerine geçemezsin. Oysa bizler okullarda ağır ders saatleri ve sınavlar altında ezilmiş bu çocuklardan “hadi özgün bir şeyler yap” diyoruz. Yok, öyle bir dünya.
Çocuklara 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile ilgili resim çiz diyorsun. Önce uzun uzun cumhuriyetin ilanını anlatıyoruz. Çünkü çocuğun belleğinde o güne dair sadece tarih ve birkaç bilgiden başka hiçbir şey yok. Sadece sınavda istenen bilgiler. Sanki cumhuriyetin ilanı bizim sıradan bir olaymış gibi iki cümleye bir tarihe sıkıştırılıyor. Yani buzdolabı bomboş biz enikonu yemek bekliyoruz. Önce o beyni yaşamıyla kültürüyle geleneğiyle doya doya yaşatarak deneyleyecek ve bunlarla dolduracak. Daha sonra üretecek. O beyin dolu olduktan sonra suluboyayı nasıl kullanacağını bırakın kendi öğrensin. Tekniğe hâkim olmak marifet değil. Teknik amaca giden yolda bir araçtır. İfade aracı. Bunun kuralı kaidesi olmaz.
Çocuklarımızın sıkılmasına izin vermiyoruz. Evini odasını eşyalarını özlüyor çocuk. Annesiyle vakit geçiremiyor. Derslerden başını kaldıramıyor ki otursunda birşeyler çizsin yahut sorun yaşadığı bir duruma çözümler arasın. Fikir denen şey bu sıkınılan zamanlarda ortaya çıkar. 
Ezberleyen değil fikir üreten olabilmek için çocuğun geniş zamanlara, oyunlara, etkinliklere, yanılmalara ihtiyacı var.
Behçet Necatigil in birkaç mısrasıyla bitiriyorum
“…
Siz geniş zamanlar umuyordunuz 
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
…”
Dar vakitlerde bir aşk bile itiraf edilemezken bilim yapmak, sanat yapmak mümkün müdür?

23 Ağustos 2018 Perşembe


DİKKAT! fazlasıyla eleştiri ve sübjektif bakış açısı içermektedir.
Aslına bakarsanız çoğu insanın yorum yaparken yaptığı gibi, yani bunu ilk ben bulmadım. Ama pek dokunulmayan sağından solundan geçilen sürünün biraz dışında aslında herkesin bildiği şeylerden bahsedeceğim.

Bu yazıyı yazma isteğim yaklaşık 6-7 sene öncesine dayanıyor. Ve her tecrübem ve fikirlerim eklenerek büyüyor. Ve bugün yazmak istedim. Öğretmenler günü sezonuna denk gelmesini istemedim. Meslektaşlarım tarafından yanlış anlaşılmak istemedim.

Ben öğretmenim. Bu yıl 23. Yılıma başlıyorum. Anlayacağınız bu fikirleri edinmek için oldukça uzun bir zamanım oldu. Sadece öğretmenleri değil aynı zamanda velilerimi, öğrencilerimi, amirlerimi, siyasileri dahası toplumu bol bol gözlemleme imkânım oldu.

Herkes eğitimin içinde, çocuğu okula giden gitmeyen herkes. Bu öyle uzay mühendisliği falan gibi o ney ki denilen bir şey değil. Herkesin bir yorumu var yani. Eğitimin içinde olan öğretmenden, dışında olan herkesin. Çocuğundan yaşlısına. İlk cümle ‘eğitim şart’ İkinci cümle ‘eğitim bitti’. Öğretmenleri eleştiren anne babalar sezdirmeden bizi eleştirirler “çocukların öğretmene saygısı kalmadı” falan. Yani sanatçı burada diyor ki 😊))  : siz yeteneksiz beceriksiz insanlarısınız öğrenciye kendinizi saydırmıyorsunuz. Veya sen kimsin ki öğrenci sana saygı duysun. Mesajı gönderiyor alttan alttan.

Önce buna cevap vereyim. Pardon da onu sen yetiştirdin. Çocuğun sana saygı duyuyor mu? Seni seviyor mu? sana değir veriyor mu? “Babam eşşek gibi çalışıyor üç kuruş kazanmak için ben de adam oluyum dersime çalışayım” diyor mu. Yahut mesela bakkala ekmeğe gönderebiliyor musun? Sabah kalkıp bir gün sana kahvaltı hazırladı mı? Evdeki sıkıntıları bilip ona göre mi davranıyor yoksa arsızca “ben mi istedim dünyaya gelmeyi bakacaksınız” mı diyor. Yemek masasında o mu sana servis yapıyor, sen mi ona yapıyorsun. Sonrada dönüp bu çocuğun benim ağzıma bakıp ne dersem yapmasını mı bekliyorsun. Sen her şeyi doğru yapıyorsun biz öğretmenler her şeyi yanlış mı yapıyoruz. Buna mukabil o çocuklara yine de öğretiyoruz sorumluluklarını almayı, büyüğü küçüğü, merhameti, vatanı milleti, ahlakı. Size anlatamadıkları onca şeyi öğretmenlerine anlatıp çözüm buluyoruz. Sizler yeri geliyor okula 1 liram geçmesin diye aidat ödemezken çoğu okulda öğrencilere destek olmak için fon paraları toplanıyor. Ve çoğu öğretmen bunu isteyerek ve hevesle yapıyor. Hep eleştiriyorsunuz. Ha bende eleştiriyorum. Birazdan kendi meslektaşlarımı da eleştireceğim ama herkes kendi payına düştüğü kadarını alsın. Ortada bir suç varsa bunu yaratan sebeplerin sahipleri de vardır.

Gelelim öğretmenlere. Yani bize. Hani şu okula gelirken Allah canımı alsın der gibi gelenlere, öğrencilere ömür törpüsü gibi bakanlara, ocağın üstünde yemeği kalmışta bir an önce bitse de gitsek gibi saate bakanlara, çevresine çoluğuna çocuğuna sakın öğretmen olmayın veryansını edenlere, okula pazara gelir gibi giyinip gelenlere, kendini yenilemeyen bunu da bir marifet gibi “aman ne gerek var hep aynı şey” diyenlere, işiyle ilgili mezun olduğu yıl ki birikimiyle 20 yıl 30 yıl çalışanlara, ücretim kesilmiyor diye hafta da bir sevk alanlara (bir zamanlar öğretmenlerin böyle bir hakkı vardı. Haftada bir gün sevk alırsan ücretin kesilmiyordu. Her nöbet günü sevk alan veya eve temizlikçi gelecek diye sevk alan biliyorum. Sonra baktılar ki öğretmenler suiistimal ediyor aldılar bu hakkı. Ben hiç sevk almadım) görevden kaçan ücret peşinde koşturanlara, ücret almadan parmağını kımıldatmayanlara,  ..işini sevmeyenlere…

Evet 22 yıllık öğretmenim işimi çok seviyorum. Ben şanslı bir insanım hem branşıma aşığım hem mesleğime. Her ikisi de benim fıtratıma uygun bir iş. Hiçbir gün bundan şikâyet etmedim. Keşke şu olsaydım bu olsaydım demedim. (ki çok daha iyi kariyer yapabileceğim fırsatlarım oldu. Bunu yakın çevrem iyi bilir. Şimdi bunu buradan anlatmam uygun olmaz) aldığım ücretten de oldukça memnunum. Memnunum derken öğretmenlik mesleğinin daha fazlasını hakkettiğini ve ihtiyacı olduğu gerçeğini de belirtmem gerekir. Ama ben bu işi sadece para için yapmıyorum. Seviyorum yani. Hem resim yapmayı hem de öğrencilerimi. Hepsini çok seviyorum. Bunu öğrencilerim iyi bilir. Sevdiğimi hem gösteririm hem söylerim. Onlarla çok eğlenirim. Onların yanında olmak bana huzur verir. Çoğu insana kıyasla daha samimi daha içten ve daha dürüstler. Bahsedilen o saygıya gelince hani böyle ağzını doldura doldura konuşanlar var ya “hocam çocuk öğretmenden korkacak” … “niye canım. Niye korkacak?”. Ha korkacak tabi sevgisini ve ilgisini kaybetmekten korkacak. Yoksa ben öcü müyüm? Benden korkan birinin yanına oturup resim çizmesini izlerken nasıl rahat olacak çocuk. Nasıl üretecek. Benim bilgimin dışında bir şey keşfettiğinde bunun bir saçmalık mı yoksa bir keşif mi olduğunu nasıl bilecek. Korkmasın arkadaş. Ben, benden korkan öğrenci istemiyorum. Beni kırmaktan korkan öğrenci olsun. Desin ki hocam üzülür desin. Onu hayal kırıklığına uğratmayayım desin. Çünkü…çünkü bende insanım unutmayın. Benim de duygularım var. Okul bir nazi kampı değil bağırıp çağırıp gezelim. Biz bir aileyiz orda. Ve inanın böyle olunca saygı da duyuyorlar. Benim 22 yılda hiç öyle bir problemim olmadı. Hayatımda bir defa öğrencimi disipline verdim o da yalan söylemede ısrar ettiği içindi. Hiçbir öğrencime kin tutmam. Çünkü şunu hiç unutmam onlar küçük onlar benim dengim değil. Ben akranıma yahut dengime tavır alırım. Benim öğrencime tavır alma gibi bir lüksüm olamaz. Onlar bize eğitim için gelen çocuklar. Hepsi temiz olsun hepsi akıllı olsun hepsi çalışkan olsun. O zaman bize ne gerek ki. Her şey mükemmel olursa her öğrenci okula geldiğinde her şeyi biliyorsa benim etkim ne olacak. Mesela nitelikli okullarda çalışan öğretmenleri, problemli okullarda çalışan öğretmenlerden daha iyi görürler. Bilakis. Öğrenmeye hazır tüm belleği açık hazır bulunurluğu mükemmel bir sınıfa ders anlatmaya ne var. Orda sınıf otoritesine bile gerek yok. Öğrenci amaçlarını zaten biliyor. Oradaki öğretmenin yapması gereken tek şey alanında iyi olma. Ama aksiyon diğer okullarda. Bende orda dövüşe giderken hocası otur yerine dediğinde o öfkeli çocuğu oturtabilen öğretmene hayranım. Her türlü olumsuz ortamlarda büyümüş ve yaşayan öğrencinin kavga dövüş dedim mi başı çeken öğrencinin öğretmenini gördüğünde başını eğmesine hayranım. Öğretmenlik düşündüğünüz kadar sığ ve geyik muhabbetlerinde gevşek gevşek konuşulacak bir konu değildir.

Maalesef içimizde “öğretmenliğin saygınlığını bitirdiler” diye gezip, sıkıldıkça rapor patlatan, vatan millet deyip dersinde oturup telefonuyla oyun oynayan, ücret için kurs açıp film izleten öğretmenlerin saygınlığını bitirdiler. Oh iyi ki de bitirdiler.
Ama, benim saygınlığımı kimse vermedi kimse de bitiremez. Ben ücretine oranla çalışan biri hiç olmadım. Mesleğim peygamberlik mesleği. Görevim bu benim. Ben sadece çalıştığım kurumun öğretmeni değilim. Ben benden bir şey öğrenmek isteyen herkesin, ben Türkiye cumhuriyetinin öğretmeniyim. Hiçbir öğrencimle veya velimle böyle bir sorun yaşamadım. Olduysa da şu anda aklıma bile gelmeyecek kadar küçük mevzulardır.

24 Kasım geliyor lütfen kimse öğretmenliğin saygınlığının bittiğinden dem vurmasın. Biz hala saygınız. Bu ülkede en güvenilir insan sıralamasında birinciyiz. Bizler bozulan aile yapısı ve sistemin içinde kendini korumaya direnen kendince yine sırf eğitmek için yeni yöntem ve teknikler geliştiren saygın insanlarız. Bu saygınlığı biz “bana bir harf öğretmenin kırk yıl kölesi olurum “diyen Hz. Ali den, “ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” diyen Hz. Muhammed (sav) ‘den, “Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır” diyen Mustafa kemal Atatürk ten aldık. Müsterih olun işini aşkla yapan kendini geliştiren, yenileyen, özverili, cebindeki parayı öğrencisiyle paylaşan, anlamadıkları bir konu olduğunda bunu nasıl öğretirim telaşına düşen çalışkan çok öğretmen tanıyorum.

Eğitimin sorunları üzerine kafa yoran, eğitimci olmayanlara İtalyan heykeltıraş ve ressam Michelangelo’ nun bir anekdotuyla cevap vermek istiyorum. (Michelangelo, İtalya Vatikan da bulunan Sistine şapheli’nin muazzam fresklerini yapan, sanat tarihinin ilk beşinde yer alan bir sanatçıdır. Eserlerini internetten bulup inceleyebilirsiniz. Kendisi heykeltıraş olan sanatçı ilk defa burada fresk yapmıştır ve gerçekten kendisine hayran bırakacak bir muhteşemlikte bir eser çıkarmıştır ortaya). Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paul, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.”
Eğitim dolu bir yaşam diliyorum. Esen kalın

23 Ağustos 2017 Çarşamba

SELFİLMİM

bir sinema salonundasınız. sanki salon size kapatılmış ve sanırım dünyanın en uzun filmini izliyorsunuz. konusu biraz dram ama damarından, biraz komedi trajiğinden, biraz korku geriliminden...anın tadını çıkarmaman için tüm ortam hazır.  artık 9 D midir 100 D midir bilinmez. ve sizden başka kimse yok. veya varda sanki filmin sübliminal sahnelerini sadece sen görüyorsun diğerleri iyi bir aile filmi tadında izliyor. an geliyor gözlerim doluyor ...yanımdakine bakıyorum hiç tepki yok. an geliyor geriliyorum. diğer yanımdakine bakıyorum. tepki yok. bazen yaşadığımdan şüphe duyuyorum. uzun uzun ve hiç bitmemecesine izliyorum. 

işte yaşamın özeti. benim gördüğüm ve onların hissettikleri....


21 Eylül 2015 Pazartesi

samimiyet dolu bayram dilerken...

artık kesin ve net biliyorum. hiçbir şey eskisi gibi değil. zaman hızla geçiyor esintisini yüreğimde hissediyorum. mevsimler yıldırım hızıyla içimde. artık çok şey öğrendim. elbette hala öğrenmemekte ısrarcı olduğum konularda var. modanın geçişini, teknolojinin hayatımıza girişini, oyunların bitmesini, çocuklarımızın asosyal olmasını, gdo lu besinlerle beslenmediğimizi, zehirlendiğimizi yahut evrimleştiğimizi kabul ediyorum. ama benim hala kabullenemediğim şeyler var.
yıllar önce... lise 3 deydim. sıra arkadaşım vardı. adı f harfiyle başlıyordu sanırım.:))))) tam hatırlayamıyorum ama çok iyi bir kızdı. çalışkandı da. doktor oldu sanırım. o sene yıldız kenter' in "ben Anadolu" isimli tek kişilik bir oyunu vardı. hiç izleyemedim tabi. ama o gitmişti. sarı bir post it in üstüne kurşun kalemle o oyundan bir replik yazmıştı. tesadüftü belki ama o replik benim hayat felsefem olmuştu. 
" inandığın ve dilediğin gibi yaşa. konuşacak kimse bulamayınca insan; kediyle, köpekle toprakla da konuşur..." 
evet, zaman hızla geçerken çevremde gördüğüm sanal ilişkileri gördükçe toprakla konuşmayı tercih eder oldum. kimsenin kimseyi umursadığı yoktur. herkes avazının çıktığı kadar yüksek tonda egosuyla konuşuyor. bu aile içinde bile böyle. kardeşliğe dahi inanmıyorum. Habil ile kabil misali herkes birbirinin eksiğini tamamlamak için değil açığını deşifre etmek alay etmek aşağılamak için var. herkes fırsatçı. beklentisi olan insanlar yağdanlıkta sınır tanımıyor. küçük çıkarlar için büyük taavizler veriliyor. samimiyetsiz bir dolu insan. 
sevmek güzel şey lakin gerçekten bu zamanda insan sevmekte güçlük çekiyor. o kadar az kaldılar ki. Allah; o, bir elin parmağı kadar sayılı sevdiklerimizi bizden ayırmasın.
samimiyet dolu günler ve bayramlar diliyorum...

9 Temmuz 2015 Perşembe

ahhh bennn...ben ben ben...


Yara almışız. Hatta epey yara bere içinde kalmışız. İçimizden akıp gidenler bu çatlağı zorlamakta. Biz toplum olarak sesimizi yükselttikçe “Müslümanız” diye, farklı bir antitez bizim içimize sinsice girmiş, biz bu sinsi düşmanı bir türlü tespit edememişiz. Oysa böyle miydi çocukken sosyal yaşam? Annelerimiz başını örterdi ama… Sanki namaz kılmakta yaşlıların işiydi. Çoğu Kur-an okurdu ama kimse de mealini bilmezdi. Çok bişey bilmezlerdi yani. Haa ama insanların daha ahlaklı daha merhametli olduğu da bir gerçektir yani…

Evet bi yerlerde içimize farkı görüşlerden sinsice sızmış misyoner düşüncelerin esiri oluvermişiz.

Son zamanlarda facebook a tekrar takılmaya başladım. Paylaşımlarda fark ettiğim bir şey oldu. Aslında yeni bir şey değil, hani gözünün önünde olurda sen bir türlü fark edemezsin ye öyle bişi işte.

Ana fikir şu: kimse senden daha kıymetli değil, boşver kimseye acıma, acıdın da ne oldu, bu kadar acımasızsam zamanında bana yapılanlardan dolayı, valla kimseyi takmam beni üzeni üzerim… gibisinden cümleler. Evet, egomuzu böyle bir yere oturtmuşuz ki “ ya ben de kabahat olabilir mi ?” veya “ ben ne yaptım ki bu arkadaşım bana bunu yapıyor?” diyemiyoruz. Bir bendir gidiyor. “Haklıyım… Herkes beni sevsin… Kimse arkamdan konuşmasın, konuşursa haddini bildiririm, o kim oluyor( ki adamın ‘ sen kimsin’ diyesi geliyor)” falan filan işte biliyorsunuz. her kazancı kendimize hak, bizim üstümüzde kazanç sağlayanları (illa maddi kazançtan bahsetmiyorum) laflarımızla boğuyoruz. bazen iyi insanları iyi olduklarına pişman edecek kadar ileri bile gidiyoruz yani:(((

En azından nazımın geçtiklerine sesleniyorum. Sen kıymetlisin tabi ama herkesten daha çok değil yani. Sende benim gibi bir fanisin. Senin de hataların var ve sevenlerin sırf seni sevdikleri için bunu senin yüzüne vurmuyorlar. Silip attıkların kim bilir sırf sana yağdanlık etmediği için hayatında değildir. Ve belki de bu oyunda asıl kıyımı yapan sensindir. Hatayı kendinde aramanın bi mahsuru yoktur. Gururunu kimseye ezdirme tabi ama bu egoyla sadece yalaka arkadaşlar bulabilirsin. Baksana çevrene bu dediklerimden bir sürü tanımıyor musun? Senin onlardan biri olmadığını nerden biliyorsun.

Herkes senin kadar kıymetli. Sen mutlu olacaksın diye insanlara haksızlık etmenin bir alemi yok yani.

Sev ki sevilesin. Hoş görmeyi bil ki sende kırılmayasın. Verdiğin kadar alırsın hayattan. Ne bir eksik ne bir fazla. Hem ne demiş Mevlana; incitme! incittiğin yerden incinirsin


15 Temmuz 2014 Salı

ŞAŞIP KALIRSINIZ CESARETİME

Hayat bir talih kuşu gibi kondu omzuma.
Hep poyraz mı esecek sanıyordunuz bu yaylalarda.?

Bak aşk mevsimi geldi de nasılda renklendi her yer sümbülüyle nergisiyle.
Ben toprak ana gibi bereketli, cömert, sevecen.
Bir kururum ölüm sanırsınız yaşadığımı... bir açarım yeni bir doğum.
Coşar filizlenir sevgiler aşklar bende
Varsın solsun
Dokunmaz yüreğime, bilirim geçecek bu karanlık günler
Ben, her an, her dakika, her karanlıkta büyürüm büyürüm geceler kadar.
Şaşıp kalırsınız değil mi cesaretime?

13 Temmuz 2014 Pazar

YALAN, SEN NE GÜZELSİN...



Kimsenin dürüst olmasını istemiyoruz aslında. Gerçekleri duymak istemek koca bi yalan. Bütün dünya yalanla yaşamaktan memnun. En küçüğünden en büyüğüne herkes bu yalanlara bağımlı.


Mesela en basitinden o koca vücuduna giydiği straplez elbisenin yakışıp yakışmadığını yahut kıçı yere yakın bacaklarına düşük bel kotunu:)) ama gerçeği duymak istemez. Herkes çevresinde yarattığı yalanlardan o kadar memnun ki birinin kalkıp bu büyüyü bozacağı telaşıyla yaşıyor. 
Hatta narsist benliği okşanmak istediğinde duymak istediği cevapları alabilmek adına yalancı tevazularda bulunuyor. “ayyy bu fotoda çok çirkin çıkmışım”.  bu şu demektir “ biri bana çok güzel olduğumu söylesin” bu en küçük yalanlar. 

Sonra yalanlar büyür yavaş yavaş zayıflamış egolar şişirilmeyi bekler. “yaa sen bu işi ne kadar güzel yapıyorsun? Harikasın. Senin şu yönüne hayranım” gibi. Aslında her iki tarafta egosunun kurbanıdır. İltifat eden- ‘ya ben ne kadar büyük bir insanım… kendimi bıraktım senin gibi birini övebiliyorum…bu nasıl bir kişiliktir. Kendime hayranım’ öte taraftan, iltifat edilen- için de ‘yani sen böylesine büyük bir insandan iltifat aldığın için gurur duymalısın. Ben harika biriyim. Gerçekten bu işte çok iyiyim’


Evet, zayıf insanlar bu basit sohbetlerle günlerini geçirirler. Bi yerde körler sağırlar birbirini ağırlar. Alan memnun satan memnun babında. Var mıdır gerçeği duyma cesareti. Yoktur. Çünkü artık yaşadığımız çağda gerçeklerle yüz yüze gelmeye kimse hazır değil. 


Büyük yalanlara gelince... Küçük insanlar, kötü insanların pirim kazandıran silahlarını yağlarken onları protesto edebileceklerini sanmaları yalanı. Vazgeçemeyecekleri zaafları yüzünden çirkin şeyleri görmezden gelmeleri yalanı. Bazılarında ise koltuklarında daha uzun süre oturabilmek adına, yapılan yanlışlara gözlerini kapamaları. Her şeyi doğru yaptıklarına kendilerini inandırma yalanı. İnsanları kullanırken, aşağılarken, saflıklarından faydalanırken kendilerinin iyi insan oldukları yalanı.



Yalanlar… Yalanlar. Siz ne güzelsiniz böyle. Yoldan çıkaran bir sokak kadını gibisiniz. 
Kim demiş şarap sarhoş eder diye. Bir yalan söyler, Yüzyıllarca kendinize gelemezsiniz. ))


10 Temmuz 2014 Perşembe

ADAM




Sen böylesine katı kalpli olduğun sürece
Ve sıcak bakamazken gözlerin
Gülmende manidar bir alaycılık varsa
Ve sen yüzyıllardır bu kaybedenler çölünde yol alırken
Ne anlamı var benim temennilerimin
Sevgim senin kayıtsızlığını ısıtacak güçte değil adam
Adam, senin sahip olduklarınla - benim samimiyetim
Ayrı dünyaların duyguları
Adam…
Duygularımızın kavuşamaması bundandır…
Ben senin dünyandan değilim…