30 Mart 2013 Cumartesi

İŞTE VAN GOGH...Bana kalsaydı, eğer seçim hakkım olsaydı bilmelisiniz ki asla çılgınlığı seçmezdim...




Bu gün biraz sanatçılardan bahsetmek istiyorum. Dönem dönem hayranlık duyduğum sanatçılar olur. Ama şu bir gerçek lise hayatımdan beri beni etkileyen beni hayatının içine çeken, mektuplarına gömen, cümlelerine sıkıştıran, renklerine boğan bir sanatçı var. Van Gogh…

Ona kısaca kulağını kesen psikopat demek mümkün elbette ama adamcağızın yaptığı onca şeye rağmen böyle anılması da kötü. Hatta aynı durum Leonardo da vinci içinde geçerli. Sadece Mona Lisa yı yapmış tüm marifeti buymuş gibi. Picasso da öyle, oda abuk subuk resim yapan adam olarak anılmaktan kurtulamadı.

Evet, şimdi gelelim benim tahlillerime, bakış açıma. Okuduklarım öğrendiklerim bildiklerim çerçevesinde bendeki Van Gogh tan bahsedeceğim.

Babası bir din adamı. Evinde bu terbiyeyle büyüyen inançlı bir ailenin çocuğu. Kendini çirkin çizen ve bunu yaparken de “ fotoğraf çektirmeyi sevmiyorum. Bol bol kendi resmimi yapıyorum. Çünkü insanların beni benim çizdiğim gibi hatırlamasını istiyorum” diyor. Fotoğrafında çirkin olmamakla birlikte resimlerinde oldukça sevimsiz bir adam. Çocukluğundan bahsederken de “kasvetli, soğuk ve kısır “ olarak betimler. 15 yaşında sanat simsarlığı 19 yaşında ise babasından çok para kazanan bir genç oluvermişti. 21 yaşında çalıştığı firmanın onu İngiltere’ye göndermesiyle oraya yerleşti Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den hoşlandı, fakat ona açıldığında, kız gizlice başka bir kiracıyla nişanlandığını söyleyerek Van Gogh'u reddetti. Van Gogh buna üzüldü içine kapandı ve iyice sessizleşti. Bu sessizlik Van Gogh’ta saplantılı bir dindarlaşmayı da yayında getirdi. 

Van Gogh sevmediği simsarlığı bırakarak yatılı bir okulda öğretmenliğe başladı. Sonra kitapçıda çalıştı. Teoloji okumaya karar verdi. En sonunda ondan da vazgeçerek evine döndü. Ve şimdi… Radikal bir kararla 25 yaşında misyoner olmaya karar verdi. Enteresan değil mi. Akışa bir bakar mısınız? Hani kırklı yaşları olsa, diyeceğim ki 40 yaş sendromu:))

Evet, Belçika da fakir insanların yaşadığı bir madenci bölgesinde din adamlığı yapmaya başladı. O insanları anlayabilmek için o insanlar gibi yaşamalıydı elbiselerini onlara verdi yatak yerine samanlıkta yaşadı. Zengin insanlardan nefret etti. Bu fakir insanların kurtuluşa ihtiyacı vardı ve bunun tek yolunun İncil’de olduğunu kendisinin de bunu yapacak kişi olduğunu düşünüyordu. Fakir ve yoksul insanlar değildi elbette bu bataktan kurtarmak istediği kendilerini satarak hayatını kazanan kadınların da tek kurtuluşunun dinde olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Onun bu fazla iyimser yaklaşımı kilise tarafından hoş görülmedi elbette ve görevden alındı. Bundan sonraki hayatının geri kalanında tüm geçimini abisi teo üslendi. ( bu arada abisi hakkında bilgi vermem gerekirdi. Abisi kendisinden 4 yaş büyük bir sanat simsarı. Ona hayatı boyunca destek olan tek insan. Ona yazdığı mektupları meşhurdur. Şimdilerde mektupların çevirisi nette kolaylıkla bulunsa da kötü İngilizcemle 15 yıl önce epey didiklemiştim o yazıları. Hakkındaki çoğu bilgiye de o mektuplardan ulaşılmıştır) Muhtaç insanlara yardım etmeye çalışmanın bedelini işten uzaklaştırılarak ödedi.

Ama ne oldu. İşte burası çook enteresan Van Gogh eline hiç fırça almamış resim çizmemiş biri olarak bu insanları dine yöneltmenin yolu olarak resim çizmeyi uygun buldu. Pes etmedi. Onlara gerçeğin tanrı olduğunu gittikleri yoldan kurtulmaları gerektiğini resimleriyle anlatacaktı. Yani Vincent entelektüel anlamda sanat yapmak için resim yapan bir adam değildi. Çıkışı tamamen dine hizmetti. Tıpkı Roman sanatında Rönesans’ta olduğu gibi. Bunu yapmaktan korkmuyordu çünkü o tüm engelleri aşacak kadar güçlü ve inançlı bir insandı. Tüm bu çabaları içinde olmayacak bir şey oldu Vincent gönlünü alkolik bir sokak kadınına kaptırdı. Kadının 5 yaşında bir çocuğu vardı ve ikinciye hamileydi. Kadının kendisinden yaşlı olması bile onun için sorun değildi. O bundaki tüm var olanları seviyordu. Kim gerçek aşka karşı koyabilir ki. Elbette ki babası… Dindar babası bundan memnun kalmadı ve karşı çıktı. Bu Vincent in hayatındaki ikinci hezimetti. Evet, doğru kadınlara âşık olamama gibi bir sorunu olmakla beraber yalnız kalmak Van Gogh için kronikleşiyordu. Van Gogh daha 30 yaşındaydı. Yaptığı resimleri sanat simsarı abisi Teo’ya gönderiyor ama o bu resimleri fazla kasvetli ve karanlık buluyordu. Vincent’in ekonomik özgürlüğü yoktu. Tamamen abisine bağımlı yaşıyordu. İlişkilerinde uygunsuzluktan olanaksızlığa her yolu deniyordu. Henüz otuzundaydı ama yüzü kırk gibi gösteriyordu. Kendisini dünyanın tüm yükünü taşıyor hissediyordu. Ailesinin onu istemediğini onu işe yaramaz gibi gördüklerini bir pisliğe bakar gibi baktıklarını düşünüyordu. İşte bu dönemde harika bir şey yaptı.

Patates yiyenler. Evet, bu tablo Van Gogh un yaşadıklarının resmi ve kısa bir özetiydi. Kendi deyimiyle “temizlenmesi zor koyu lekeler” atmıştı. Resimde Kahverenginin her tonunu görmek mümkün. Çamur tonları resmin her yerinde mevcut. Londra sosyetesine satmak için herkesin gözüne hoş görünen renkli resimler yapması gerekirdi ama onun içinde tüm toplumsal değerlere karşı çıkan bir şey vardı.  Paris’in rengarenk görüntülerini seven insanların onun bu karanlık resimlerini sevmediğini söyleyen Teo’ya resmi gönderecek kadar aykırı bir insandı. Tüm gün tarlalarda çalışan çiftçilerin akşam bir araya gelip sadece patates yiyebildiği bir yaşamı resmetti. Bu resim o günlerde her ne kadar onun hayatını olumlu yönde etkilemesede bu gün bizler van goghu anarken bu resimden bahsetmeden geçemiyoruz. Çünkü bu resim konusu ve renkleri itibariyle içinde yaşadığı sosyal yaşamı ve kendi iç buhranlarını çok güzel dile getiriyordu. O 30 lu yaşlarında olmasına rağmen hayattan istediğini alamamış ruhsal olarak aç hırçın ve ürkek bir adamdı.

Van Gogh un hayatını ikiye ayırabiliriz. Paris’ten öncesi ve Paris’ten sonrası. Din yine hayatının tam merkezinde bulunmasına rağmen resimleri en güzel fırça vuruşlarıyla en parlak renkleriyle yeniden doğuyordu. O hala bir din adamıydı ama bu sefer konuşmuyor renkleriyle çıngınlar gibi bağırıyordu.

1800 lerin sonuydu ve Paris’te ressamlar izlenimci resimler yapıyorlardı. Oda diğerleri gibi yaptı. Tuvalini alıp doğaya çıkıyor, renklerle oynuyordu. İlk resimleri daha çok pisarronun etkisi vardı. Zaman içinde farklı dokular kullanan van Gogh kendi yolunu buldu. Ona göre izlenimciler çok abartılıydı. Kendine yakın olarak gougen i seçti. İyimi etti bilemiyorum ama onu bu gün böyle anmamıza neden olan müthiş ayçiçeklerini yapmasına vesile olan adamdı.  Van Gogh’a göre doğru insandı. Çünkü Gougen 40 ından sonra resim yapmaya başlayan bir borsacıydı van Gogh ise vaizlikten başarısız olarak ayrılmış bir adamdı. Ona göre çok ortak yanları vardı. Ama dışarıdan analiz edince birbirlerine oldukça zıt iki karakterdi bunlar. Van Gogh ne kadar duyarlıysa Gougen bir o kadar vurdumduymaz bir adamdı. 40 yaşında ailesini terk edip ressam olan bir adam ne kadar kadir kıymet bilir ki. Evet, kendini şaşırtmadı ve uzun bir süre sonra Van Gogh’u hayatında kimsenin üzmediği kadar üzdü.

Gougen ile birlikte çok çalıştılar. Van Gogh arkadaşlığından oldukça memnundu ama bir süre sonra Gougen Britanya’ya gitti. Bu süreç içinde Van Gogh yeni şeyleri keşfetti. Güneşi, buğday ve ayçiçekleri… Sarının her tonunu… Buna hayran kaldı. Ve bu tonlarda onlarca resim yaptı. Psikolojisine bakılırsa resimlerinden ve keşfettiklerinden aldığı enerjiyi ve yaratıcılığı görünce Van Gogh kendini iyi hissetmeye yapacağı şeyler olduğu düşüncesine kapıldı. Kim bilir kendini eskisi kadar dinlemiyordu. O dini için sanat yapıyordu ve kendince doğru yolu bulmaya başlamıştı. Resimlerinden bir kaçını Britanya’ya giden Gougen’e gönderdi ve ondan sarı evine gelmesini onunla tutkulu sevgi dolu resimler yapmayı teklif etti. Gougen bu teklifi pek ciddiye almadı ama zavallı Van Gogh heyecan içinde onun geleceği heyecanıyla bekliyordu. Hatta geldiğinde ona göstermek için dur duraksız resimler yapıyordu. Bu dönem içerisinde doğdu Saint-remy üzerinde yıldızlı gece ve gece kahvesi…

Bir süre sonra Gougen geldi ve tüm endişeleri yok oldu. Van Gogh sara hastasıydı. Ara ara krizler geçiriyor ama kendini resimlerine vererek sakinleşmeye çalışıyordu. Başlarda eğlenceli olan arkadaşlıklarında bir süre sonra fikir ayrılıkları oluştu.. Gougen sanatı duygusallığa yapılan basit bir yolculuk olarak algılıyor ama Van Gogh insanların ter dökmeden hiçbir şeyden keyif alamayacaklarına inanıyordu. Onun için gerçeklerden kaçmayıp onun içine girmeleri gerektiğine inanıyordu. Onun için sanatın bambaşka bir anlamı vardı.

Tüm bunların dışında Van Gogh Gougen ilişkisini değerlendirecek olursak Van Gogh bir Gougen hayranı, kendini ona ispatlamaya çalışan bir çocuk gibi bağlıydı ona. Gougen savruk tutarsız bohem yaşayan hatta beraber geçirdikleri süre içerisinde Van Gogh’a karşı kıskançlık duymaya başlayan bir adamdı. Zavallı Van Gogh bunu fark etseydi kim bilir özgüveni ne kadar yerine gelir kendini ne kadar iyi hissederdi. Kim bilir tüm bu terk edilmişlik buhranlarını yaşamaz uzun yıllar resim yapar Picasso gibi zengin yaşar zengin ölürdü…

Her neyse gelelim Van Gogh'un hayatını etkiyen olaylar zincirine… O dönemde Van Gogh kardeşi Teo’ya bir mektup yazdı. Mektubunda Gougen’le anlaşamadıklarını artık onu özgür bırakması gerektiğinden bahsediyordu. Ama ona öylesine bağlanmıştı ki ondan vazgeçmek ağırına gidiyordu. Bir gece Gougen’e gazeten bir haberi kesti verdi. Haberde bıçaklı bir manyağın saldırısına uğrayan birinden bahsediyordu. Gougen Van Gogh'un mesajını almıştı. Üstü örtülü tehdit etmişti onu. Gitmesini istemiyordu aslında… Van Gogh o gece en sevdiği reachel isimli bir fahişeye küçük bir paket verdi. İçinde küçük bir kulak parçası vardı. Kadın paketi açtığında bayıldı. Evet, o günden itibaren Van Gogh artık kulağını kesen ressam olarak anılmaya başlandı. Van Gogh yaptığı şeyin farkındaydı ve kendi isteğinle yakınlardaki bir akıl hastanesinde yatmaya karar verdi. Krizler geçiriyor kendini iyi hissettiği anlarda resimler yapıyordu. Kontrol edilemez bir deliliğin karşısında sanatın her zaman kazanamayacağını biliyordu Van Gogh. Kardeşi Teo’ya bir defasında “ son günlerde kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bu krizlerin her geçen gün artarak çoğaldığını bilmek beni daha hasta ediyor. Ne yazık ki buna engel olmama olanak yok. Çok korkuyorum. Ne yapabilirim ki yerlerdeki pislikleri topluyorum ve yiyorum” hatta boyalarını yediği bile söyleniyor.

Van Gogh o krizleri atlattı ve o hastaneden çıktı. Bir değişim geçiriyordu. Sağlığı yerindeydi ve tüm bu gelişimini tuvale aktarıyordu. Teo Paris’e yakın bir yerde yaşıyordu. Doktoru gachet ve teoyla sevdiği insanlar yanındaydı. Vincent sevdiği insanların yanında oldukça mutluydu.

Vincent’in peyzajları giderek renklenmeye başladı. Buğday tarlası ve kargalarda bu heyecan renk ve çarpıcılık bu çalışmasında ortadaydı. Bu resim beni her zaman heyecanlandırmıştır. Dört kırık çizgiyle anlatılmış en harika kargalar bunlar. Bu çarpıcı renkleri ve ürkütücü cesaretiyle çağdaş resmin temelini atmıştır. Vaiz büyük bir yol kastetmişti. Sanatında oldukça başarılı ama özel yaşamında oldukça zayıf bir dönem geçiriyordu. Kardeşi Teo’nun kendi ailesine ilgi göstermesi Vincent’e ilgisinin azalması onu çok üzmeye başlamıştı. Ve Vincent kendisine o ölümcül darbeyi indirdi. Kendini karnından vurdu. Teo son saatlerinde onun yanındaydı. Vincent’le tüm geceyi beraber konuşarak geçirdiler. Ertesi gün ateşi yükselmiş ve durumu ağırlaşmıştı.  29 Temmuz 1890 da hayatını kaybettiğinde kardeşi Teo yanındaydı. Ölümünden 1 yıl sonra kardeşi Teo da öldü. Bu hayatta hiç ayrılmadıkları gibi ölümde de beraberlerdi.

Küçücük bir yaşam ve kocaman bir yürek. Ne zaman Van Gogh tan bahsedilse ben hep bu duyguları hissederim. Bir insanın inandıklarında bu kadar ısrarcı olması her zaman karşılaştığımız bir şey değil. Akışa mı bırakmak lazım yoksa inandıklarımız için savaşmak mı. Tarihin ona hak ettiği değeri verdiğine inanıyorum. Üzüntüm onun sadece kulağını kesen bir psikopot gibi görünmesi. Söylesenize hepimiz aklı başında mı yaşıyoruz. Kıymetlilerimiz elimizden alınsa yahut bizi biz yapan değerlerimizin tehlike altında olduğunu hissetsek biz ne yaparız. Kulak kesmek bir semboldür sadece. Aptalca gelse de bir duruştur aslında. Böylesine yaratıcı bir zihnin bir çıkış yoludur. Her birimiz başka yollar buluruz belki… belki bulamayız… Belki susup otururuz… Belki o kadar cesur değiliz… kimbilir…Aldığımız nefesin tutsağı olmuşuzdur…


Vincent’e saygılarımla…

(ÇOK UZUN OLDUĞUNU BİLİYORUM AMA BİLMENİZİ İSTERİM ASIL YAZDIĞIM METİN BUNUN 3 KATIYDI ANCAK BU KADAR KISALTABİLDİM:)

27 Mart 2013 Çarşamba

BANA SADECE "SENİ ANLADIM" DEMEĞE GEL...




Sanatçı olmak tercih midir?

İnsan sanatçı mı doğar?

İnsan niçin sanat yapma isteği duyar?

Sanatçılar sanatı boş zamanlarını değerlendirmek için yaparken mi sanatçı oldular?:)

Sanatçılar için sanat yapmak zor mu?

İnsan sanat yapmaya niçin ihtiyaç duyar?


Sıralı cevap veremem. Sıralı düşünemem de pek. Hem yazdıklarımı sonradan okuyup düzeltemem de zaten. O nedenle bütün halinde dağınık cevap vermek istiyorum.


İnsan dünyaya gözlerini açar ve öğrendiği her şeyi, kendindeki bir isteği tatmin etmek için kullanır. Nedir biliyor musunuz? 


Sevdiğiniz biriyle bir fikir üzerine tartışmakta ki ısrar nedir. Sizi yanlış anlayan birine bu izahın sebebi ne? Niçin hüzünlenince şarkı söyleriz yahut söyleyemezsek de ağırından bir müzik dinleriz. Niçin ama niçin bazı filmlerin bazı replikleri bizi hazine bulmuşçasına sevindirir. Ne çok soru soruyorum dimi. Peki siz hiç düşündünüz mü? 


İnsanlar kendilerini ifade edebilmekte güçlük çektikçe sanata yönelirler. Bunu benden önce söyleyen olmuş mudur?.. Muhtemelen olmuştur ama ben duymadım. Sanatçı olduğum epey tartışılır ama içimdekileri böylesine anlatmaktaki ısrarımdan, anlaşılma kaygım yattığı bir gerçektir. Henüz sanatçı sıyırmışlığına gelmemiş olmakla birlikte bu yorumu yapacak kadar akılbalik olduğum içindir:)
 

Anlaşılmak ister insan. Sadece anlaşılmak. Çoğu insanın kolaylıkla yapabildiği şeyi bu insanlar beceremez. Ya doğru anlatamazlar ya da karşılarındaki doğru anlamaz. Bu tam bir sancılı kısır döngüye girer. Sesler çoğalır yorumlar artarak anlamsızlaşır. Çığlıkların duyulmaz ve sen sanat yaparken kendini daha anlaşılır bulursun. Veya öyle sanırsın sonra… boş ver dağınık kalsın noktasında rahatlar… Özgürleşirsin…


Ters açıdan bakacak olursak: veya bu insanların duygu eşikleri çok düşük olduğu için normal bir duygu onlarda ağır hasarlar verecek kadar etkili olabiliyor. Yani çocukluğunda dayak yemiş iki çocuktan biri bunu hafif atlatırken diğerinde bu durumlar tüm hayatını etkileyebiliyor. 


Velev ki: siz doğmadan evvel sizin cinsinizde bir kardeşiniz olmuş ve ölmüş. 3 yıl sonra siz doğmuşsunuz. Size onun kimliği verilmiş. Tabi ki onun adını taşıyorsunuz. Ve aileniz sizi ölümüne seviyor. Buna benzer örnekler ülkemizde çok görüyoruz. Böyle bir durumda kaç tane çocuk 'Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu. Babamın sevgisinin bu sınırları, yaşamımın ilk günlerinden itibaren çok büyük bir yara oldu.'  Diyebilir ki?


Veya ailesinde ard ardına ölümler olmuş bir çocuk tüm yaşımda cenaze dönüşleri yaşananları anlatan resimler çizer. Bunun gibi veya daha fazlasını yaşayan milyonlarca insan var ama onların bu trajedileri onları sanatçı yapmıyor. Tapınılan bir çocuğun ayak izlerinden gitmek Salvador dali gibi, duygu yoğunluğu yüksek, yaşamı anlamlandırmak için aşırı sorgulayan o çocuğa kalıyor. Ve tabi ki doğarken annesini kaybeden sonra kendisine bakan teyzesini… babası… eduard much. (bir başka yazımda bundan bahsetmiştim.http://venusunkalbi.blogspot.com/2012/05/ressamlarin-trajik-hikayeleri-salvador.html


Trajedileri her gün her an birileri yaşıyor ama birileri paratoner gibi kendine çekiyor bunları ve dibine kadar hissediyor her şeyi. Tıpkı stratosferden çılgın atlayış yapan Avustralyalı pilot ve paraşütçü Baungartner’ in adrenalin salgısının az olması nedeniyle çoğu insan değil, çoğu pilot ve paraşütçüden daha yüksek bir bir cesaretle bu atlayışı yapması gibi. Evet, belki de tamamen bundandır herşey. Hormonlarımızdandır. Yoksa benim dönme dolaba binemeyişimin nasıl bir sebebi olabilir? Benim dönme dolaba bindiğimde hissetiğimle onun uzaydan atlaması aynı heyecana denk geliyor olabilir. Hatta o atlayabildiğine göre benim adrenalin salgımın ondan daha fazla olduğu bile söylenebilir.(yaaa pek bi bilimsel konuştum. Seyrettiğim belgeseller ve yine izlediğim psikolojik deneyler sayesinde yapıyorum bu yorumu. Yaniii öyle sallamıyoruzzz:)


Şimdi pek hoşlanmamamla birlikte anlattıklarımı daha anlaşılır:)))))))) cümlelerle izah edeceğim: çevremizde sağırlar ve körler oldukça biz sanat yapıyoruz. Ve belki de biz aşkı ve acıyı sizin hissettiğiniz gibi değil daha hastalıklı ve daha tutkulu hissettiğimiz için siz bizi anlamıyor, biz anlatamıyor kıvranıp duruyoruz. 


13 yıl önce çıkardığım şiir kitabımın adı neydi biliyor musunuz? Pek bir ironik…


Bana


Sadece 


“seni anladım...”


Demeğe


Gel…





13 Mart 2013 Çarşamba

PEK BİR ROMANTİĞİM :))



En sevdiğim sanat akımıdır romantizm. Yarattığı duyguyla, var olan birbirinden oldukça farklı. Romantizm dendiği zaman insanın aklına mum ışığı ve fonda duygusal bir müzik geliyor. Halbuki romantizm bu olmakla birlikte sadece bu değil. yani ...evet, böyle bir duygusallık söz konusu elbette ama duygu dendiği zaman anlaşılan tek şey sevgi aşk ve heyecanın karışımı değildir. Duygunun içinde aşk olduğu gibi melankoli, nefrette, kin de, öfke de, intikam da, vahşet de, hırs ta... vardır. Çıktığı dönemi değerlendirirsek... Fransız ihtilali sonrası avrupanın o çalkantılı dönemleri ve napolyonun özgürlük adına yaptıkları... sonrasındaki yıllarca sivil halk üzerindeki baskılar ve sorgusuz ve açıklamasız yapılan katliamlar... Evet, işte romantizm içerisinde bu duyguları da barındıran bir sanat akımı. İnsansız manzaraların yapıldığı dönemler olduğu gibi, teknolojinin geleneksel yaşam üzerindeki ağır etkileride söz konusudur. tüm bunlar romantizm sanat akımının içinde yer alır.Şimdi burdan gelelim duygusal insan olmaya... Ben duygusal bir insanım. tıpkı romantizm sanat akımındaki duygusallıklık gibi bende çoğu gelişmelere ve değişimlere olaylara uçlarda tepki veren bir karatere sahibim. Normallik benim bünyemde barınmaz. Normal aşk, normal yaşam, normal aile, normal öfke, sevgi, kızgınlık...Bunlar bende ya olmaz ya da abartılı olur. Bahsettiğimiz tam olarak bende değilim aslında benden yola çıkarak bir kavramı düzeltmeye çalışıyorum. Duygusallık öyle Türk fimlerinde zırlayan, biri bişi dedimi içine kapanan zavallı olmak demek değildir yani. Aslında romantizmin vahşi bir yanı vardır. doğaldır ve terbiye edilmemiştir. İşte ben bu yanını çoook seviyorummmm....