Bu gün biraz
sanatçılardan bahsetmek istiyorum. Dönem dönem hayranlık duyduğum sanatçılar
olur. Ama şu bir gerçek lise hayatımdan beri beni etkileyen beni hayatının
içine çeken, mektuplarına gömen, cümlelerine sıkıştıran, renklerine boğan bir
sanatçı var. Van Gogh…
Ona kısaca
kulağını kesen psikopat demek mümkün elbette ama adamcağızın yaptığı onca
şeye rağmen böyle anılması da kötü. Hatta aynı durum Leonardo da vinci
içinde geçerli. Sadece Mona Lisa yı yapmış tüm marifeti buymuş gibi. Picasso da
öyle, oda abuk subuk resim yapan adam olarak anılmaktan kurtulamadı.
Evet, şimdi
gelelim benim tahlillerime, bakış açıma. Okuduklarım öğrendiklerim bildiklerim
çerçevesinde bendeki Van Gogh tan bahsedeceğim.
Babası bir
din adamı. Evinde bu terbiyeyle büyüyen inançlı bir ailenin çocuğu. Kendini
çirkin çizen ve bunu yaparken de “ fotoğraf çektirmeyi sevmiyorum. Bol bol
kendi resmimi yapıyorum. Çünkü insanların beni benim çizdiğim gibi
hatırlamasını istiyorum” diyor. Fotoğrafında çirkin olmamakla birlikte
resimlerinde oldukça sevimsiz bir adam. Çocukluğundan bahsederken de “kasvetli,
soğuk ve kısır “ olarak betimler. 15 yaşında sanat simsarlığı 19 yaşında ise
babasından çok para kazanan bir genç oluvermişti. 21 yaşında çalıştığı firmanın
onu İngiltere’ye göndermesiyle oraya yerleşti Ev sahibinin kızı Eugénie
Loyer'den hoşlandı, fakat ona açıldığında, kız gizlice başka bir kiracıyla
nişanlandığını söyleyerek Van Gogh'u reddetti. Van Gogh buna üzüldü içine
kapandı ve iyice sessizleşti. Bu sessizlik Van Gogh’ta saplantılı bir
dindarlaşmayı da yayında getirdi.
Van Gogh
sevmediği simsarlığı bırakarak yatılı bir okulda öğretmenliğe başladı. Sonra
kitapçıda çalıştı. Teoloji okumaya karar verdi. En sonunda ondan da vazgeçerek
evine döndü. Ve şimdi… Radikal bir kararla 25 yaşında misyoner olmaya karar
verdi. Enteresan değil mi. Akışa bir bakar mısınız? Hani kırklı yaşları olsa,
diyeceğim ki 40 yaş sendromu:))
Evet,
Belçika da fakir insanların yaşadığı bir madenci bölgesinde din adamlığı
yapmaya başladı. O insanları anlayabilmek için o insanlar gibi yaşamalıydı
elbiselerini onlara verdi yatak yerine samanlıkta yaşadı. Zengin insanlardan
nefret etti. Bu fakir insanların kurtuluşa ihtiyacı vardı ve bunun tek yolunun İncil’de
olduğunu kendisinin de bunu yapacak kişi olduğunu düşünüyordu. Fakir ve yoksul
insanlar değildi elbette bu bataktan kurtarmak istediği kendilerini satarak
hayatını kazanan kadınların da tek kurtuluşunun dinde olduğunu anlatmaya
çalışıyordu. Onun bu fazla iyimser yaklaşımı kilise tarafından hoş görülmedi
elbette ve görevden alındı. Bundan sonraki hayatının geri kalanında tüm
geçimini abisi teo üslendi. ( bu arada abisi hakkında bilgi vermem gerekirdi.
Abisi kendisinden 4 yaş büyük bir sanat simsarı. Ona hayatı boyunca destek olan
tek insan. Ona yazdığı mektupları meşhurdur. Şimdilerde mektupların çevirisi
nette kolaylıkla bulunsa da kötü İngilizcemle 15 yıl önce epey didiklemiştim o
yazıları. Hakkındaki çoğu bilgiye de o mektuplardan ulaşılmıştır) Muhtaç
insanlara yardım etmeye çalışmanın bedelini işten uzaklaştırılarak ödedi.
Ama ne oldu.
İşte burası çook enteresan Van Gogh eline hiç fırça almamış resim çizmemiş biri
olarak bu insanları dine yöneltmenin yolu olarak resim çizmeyi uygun buldu. Pes
etmedi. Onlara gerçeğin tanrı olduğunu gittikleri yoldan kurtulmaları
gerektiğini resimleriyle anlatacaktı. Yani Vincent entelektüel anlamda sanat
yapmak için resim yapan bir adam değildi. Çıkışı tamamen dine hizmetti. Tıpkı Roman
sanatında Rönesans’ta olduğu gibi. Bunu yapmaktan korkmuyordu çünkü o tüm
engelleri aşacak kadar güçlü ve inançlı bir insandı. Tüm bu çabaları içinde
olmayacak bir şey oldu Vincent gönlünü alkolik bir sokak kadınına kaptırdı.
Kadının 5 yaşında bir çocuğu vardı ve ikinciye hamileydi. Kadının kendisinden
yaşlı olması bile onun için sorun değildi. O bundaki tüm var olanları
seviyordu. Kim gerçek aşka karşı koyabilir ki. Elbette ki babası… Dindar babası
bundan memnun kalmadı ve karşı çıktı. Bu Vincent in hayatındaki ikinci hezimetti.
Evet, doğru kadınlara âşık olamama gibi bir sorunu olmakla beraber yalnız
kalmak Van Gogh için kronikleşiyordu. Van Gogh daha 30 yaşındaydı. Yaptığı
resimleri sanat simsarı abisi Teo’ya gönderiyor ama o bu resimleri fazla kasvetli
ve karanlık buluyordu. Vincent’in ekonomik özgürlüğü yoktu. Tamamen abisine
bağımlı yaşıyordu. İlişkilerinde uygunsuzluktan olanaksızlığa her yolu
deniyordu. Henüz otuzundaydı ama yüzü kırk gibi gösteriyordu. Kendisini
dünyanın tüm yükünü taşıyor hissediyordu. Ailesinin onu istemediğini onu işe
yaramaz gibi gördüklerini bir pisliğe bakar gibi baktıklarını düşünüyordu. İşte
bu dönemde harika bir şey yaptı.
Patates
yiyenler. Evet, bu tablo Van Gogh un yaşadıklarının resmi ve kısa bir özetiydi.
Kendi deyimiyle “temizlenmesi zor koyu lekeler” atmıştı. Resimde Kahverenginin
her tonunu görmek mümkün. Çamur tonları resmin her yerinde mevcut. Londra
sosyetesine satmak için herkesin gözüne hoş görünen renkli resimler yapması
gerekirdi ama onun içinde tüm toplumsal değerlere karşı çıkan bir şey vardı. Paris’in rengarenk görüntülerini seven
insanların onun bu karanlık resimlerini sevmediğini söyleyen Teo’ya resmi
gönderecek kadar aykırı bir insandı. Tüm gün tarlalarda çalışan çiftçilerin
akşam bir araya gelip sadece patates yiyebildiği bir yaşamı resmetti. Bu resim
o günlerde her ne kadar onun hayatını olumlu yönde etkilemesede bu gün bizler
van goghu anarken bu resimden bahsetmeden geçemiyoruz. Çünkü bu resim konusu ve
renkleri itibariyle içinde yaşadığı sosyal yaşamı ve kendi iç buhranlarını çok
güzel dile getiriyordu. O 30 lu yaşlarında olmasına rağmen hayattan istediğini
alamamış ruhsal olarak aç hırçın ve ürkek bir adamdı.
Van Gogh un
hayatını ikiye ayırabiliriz. Paris’ten öncesi ve Paris’ten sonrası. Din yine
hayatının tam merkezinde bulunmasına rağmen resimleri en güzel fırça
vuruşlarıyla en parlak renkleriyle yeniden doğuyordu. O hala bir din adamıydı
ama bu sefer konuşmuyor renkleriyle çıngınlar gibi bağırıyordu.
1800 lerin
sonuydu ve Paris’te ressamlar izlenimci resimler yapıyorlardı. Oda diğerleri
gibi yaptı. Tuvalini alıp doğaya çıkıyor, renklerle oynuyordu. İlk resimleri
daha çok pisarronun etkisi vardı. Zaman içinde farklı dokular kullanan van Gogh
kendi yolunu buldu. Ona göre izlenimciler çok abartılıydı. Kendine yakın olarak
gougen i seçti. İyimi etti bilemiyorum ama onu bu gün böyle anmamıza neden olan
müthiş ayçiçeklerini yapmasına vesile olan adamdı. Van Gogh’a göre doğru insandı. Çünkü Gougen
40 ından sonra resim yapmaya başlayan bir borsacıydı van Gogh ise vaizlikten
başarısız olarak ayrılmış bir adamdı. Ona göre çok ortak yanları vardı. Ama
dışarıdan analiz edince birbirlerine oldukça zıt iki karakterdi bunlar. Van
Gogh ne kadar duyarlıysa Gougen bir o kadar vurdumduymaz bir adamdı. 40 yaşında
ailesini terk edip ressam olan bir adam ne kadar kadir kıymet bilir ki. Evet,
kendini şaşırtmadı ve uzun bir süre sonra Van Gogh’u hayatında kimsenin
üzmediği kadar üzdü.
Gougen ile
birlikte çok çalıştılar. Van Gogh arkadaşlığından oldukça memnundu ama bir süre
sonra Gougen Britanya’ya gitti. Bu süreç içinde Van Gogh yeni şeyleri keşfetti.
Güneşi, buğday ve ayçiçekleri… Sarının her tonunu… Buna hayran kaldı. Ve bu
tonlarda onlarca resim yaptı. Psikolojisine bakılırsa resimlerinden ve
keşfettiklerinden aldığı enerjiyi ve yaratıcılığı görünce Van Gogh kendini iyi
hissetmeye yapacağı şeyler olduğu düşüncesine kapıldı. Kim bilir kendini eskisi
kadar dinlemiyordu. O dini için sanat yapıyordu ve kendince doğru yolu bulmaya
başlamıştı. Resimlerinden bir kaçını Britanya’ya giden Gougen’e gönderdi ve
ondan sarı evine gelmesini onunla tutkulu sevgi dolu resimler yapmayı teklif
etti. Gougen bu teklifi pek ciddiye almadı ama zavallı Van Gogh heyecan içinde
onun geleceği heyecanıyla bekliyordu. Hatta geldiğinde ona göstermek için dur
duraksız resimler yapıyordu. Bu dönem içerisinde doğdu Saint-remy üzerinde
yıldızlı gece ve gece kahvesi…
Bir süre
sonra Gougen geldi ve tüm endişeleri yok oldu. Van Gogh sara hastasıydı. Ara
ara krizler geçiriyor ama kendini resimlerine vererek sakinleşmeye çalışıyordu.
Başlarda eğlenceli olan arkadaşlıklarında bir süre sonra fikir ayrılıkları
oluştu.. Gougen sanatı duygusallığa yapılan basit bir yolculuk olarak algılıyor
ama Van Gogh insanların ter dökmeden hiçbir şeyden keyif alamayacaklarına
inanıyordu. Onun için gerçeklerden kaçmayıp onun içine girmeleri gerektiğine
inanıyordu. Onun için sanatın bambaşka bir anlamı vardı.
Tüm bunların
dışında Van Gogh Gougen ilişkisini değerlendirecek olursak Van Gogh bir Gougen
hayranı, kendini ona ispatlamaya çalışan bir çocuk gibi bağlıydı ona. Gougen
savruk tutarsız bohem yaşayan hatta beraber geçirdikleri süre içerisinde Van Gogh’a
karşı kıskançlık duymaya başlayan bir adamdı. Zavallı Van Gogh bunu fark
etseydi kim bilir özgüveni ne kadar yerine gelir kendini ne kadar iyi
hissederdi. Kim bilir tüm bu terk edilmişlik buhranlarını yaşamaz uzun yıllar
resim yapar Picasso gibi zengin yaşar zengin ölürdü…
Her neyse
gelelim Van Gogh'un hayatını etkiyen olaylar zincirine… O dönemde Van Gogh
kardeşi Teo’ya bir mektup yazdı. Mektubunda Gougen’le anlaşamadıklarını artık
onu özgür bırakması gerektiğinden bahsediyordu. Ama ona öylesine bağlanmıştı ki
ondan vazgeçmek ağırına gidiyordu. Bir gece Gougen’e gazeten bir haberi kesti
verdi. Haberde bıçaklı bir manyağın saldırısına uğrayan birinden bahsediyordu.
Gougen Van Gogh'un mesajını almıştı. Üstü örtülü tehdit etmişti onu. Gitmesini
istemiyordu aslında… Van Gogh o gece en sevdiği reachel isimli bir fahişeye
küçük bir paket verdi. İçinde küçük bir kulak parçası vardı. Kadın paketi
açtığında bayıldı. Evet, o günden itibaren Van Gogh artık kulağını kesen ressam
olarak anılmaya başlandı. Van Gogh yaptığı şeyin farkındaydı ve kendi isteğinle
yakınlardaki bir akıl hastanesinde yatmaya karar verdi. Krizler geçiriyor
kendini iyi hissettiği anlarda resimler yapıyordu. Kontrol edilemez bir
deliliğin karşısında sanatın her zaman kazanamayacağını biliyordu Van Gogh.
Kardeşi Teo’ya bir defasında “ son günlerde kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bu
krizlerin her geçen gün artarak çoğaldığını bilmek beni daha hasta ediyor. Ne
yazık ki buna engel olmama olanak yok. Çok korkuyorum. Ne yapabilirim ki
yerlerdeki pislikleri topluyorum ve yiyorum” hatta boyalarını yediği bile
söyleniyor.
Van Gogh o krizleri
atlattı ve o hastaneden çıktı. Bir değişim geçiriyordu. Sağlığı yerindeydi ve
tüm bu gelişimini tuvale aktarıyordu. Teo Paris’e yakın bir yerde yaşıyordu.
Doktoru gachet ve teoyla sevdiği insanlar yanındaydı. Vincent sevdiği
insanların yanında oldukça mutluydu.
Vincent’in peyzajları
giderek renklenmeye başladı. Buğday tarlası ve kargalarda bu heyecan renk ve
çarpıcılık bu çalışmasında ortadaydı. Bu resim beni her zaman
heyecanlandırmıştır. Dört kırık çizgiyle anlatılmış en harika kargalar bunlar. Bu
çarpıcı renkleri ve ürkütücü cesaretiyle çağdaş resmin temelini atmıştır. Vaiz büyük
bir yol kastetmişti. Sanatında oldukça başarılı ama özel yaşamında oldukça
zayıf bir dönem geçiriyordu. Kardeşi Teo’nun kendi ailesine ilgi göstermesi Vincent’e
ilgisinin azalması onu çok üzmeye başlamıştı. Ve Vincent kendisine o ölümcül
darbeyi indirdi. Kendini karnından vurdu. Teo son saatlerinde onun yanındaydı. Vincent’le
tüm geceyi beraber konuşarak geçirdiler. Ertesi gün ateşi yükselmiş ve durumu
ağırlaşmıştı. 29 Temmuz 1890 da hayatını
kaybettiğinde kardeşi Teo yanındaydı. Ölümünden 1 yıl sonra kardeşi Teo da
öldü. Bu hayatta hiç ayrılmadıkları gibi ölümde de beraberlerdi.
Küçücük bir
yaşam ve kocaman bir yürek. Ne zaman Van Gogh tan bahsedilse ben hep bu
duyguları hissederim. Bir insanın inandıklarında bu kadar ısrarcı olması her
zaman karşılaştığımız bir şey değil. Akışa mı bırakmak lazım yoksa
inandıklarımız için savaşmak mı. Tarihin ona hak ettiği değeri verdiğine
inanıyorum. Üzüntüm onun sadece kulağını kesen bir psikopot gibi görünmesi. Söylesenize
hepimiz aklı başında mı yaşıyoruz. Kıymetlilerimiz elimizden alınsa yahut bizi
biz yapan değerlerimizin tehlike altında olduğunu hissetsek biz ne yaparız. Kulak
kesmek bir semboldür sadece. Aptalca gelse de bir duruştur aslında. Böylesine yaratıcı
bir zihnin bir çıkış yoludur. Her birimiz başka yollar buluruz belki… belki bulamayız…
Belki susup otururuz… Belki o kadar cesur değiliz… kimbilir…Aldığımız nefesin
tutsağı olmuşuzdur…
Vincent’e
saygılarımla…
(ÇOK UZUN OLDUĞUNU BİLİYORUM AMA BİLMENİZİ İSTERİM ASIL YAZDIĞIM METİN BUNUN 3 KATIYDI ANCAK BU KADAR KISALTABİLDİM:)
1 yorum:
Deha..teoya mektuplar turkceye cevrilmis.uzun versiyonu da yayinlamalisin..hicbirsey fark wtmwz,kulagini kesen psikopat diye anilmasi,kacimiz boyle bisey yapabiliriz(evde somakta jirda denemeyin,kulagi lesmek degil,buna o anlam derinligi vermek asil olan)...
Yorum Gönder