......................................
Öğretmenlik
güzel olduğu kadar özel bir meslektir. Hiçbir meslekte olmadığı gibi malzemen
insandır. İnsanın en tecrübesizi en pırıl pırıl en kirlenmemişi en safıyla
karşı karşıyasınızdır. İşiniz bir kuyumcu inceliğinde olmalıdır. Çünkü size
malzemenin en işlenmemişi sunulmuştur. Çocuklar.
Onlar öğrenmeye
aç ama ne bilip ne bilmediklerinden uzaktırlar. Yani ne bildiğini veya ne
bilmediğini sorduğunuzda bir cevap alamazsınız. Çünkü henüz birikim
aşamasındadırlar onlar. Tecrübe edinerek öğrendikleri henüz çok azdır. Duydukları
ve gördükleri belleklerinde bir resimden daha fazla anlam taşımaz.
Öğretmenliğin ilk kuralıdır sanırım onlara bilgiyi verirken onu kullanmalarını
tecrübe etmelerini sağlamak. İşte o zaman onlar anlatılanları daha iyi anlar
sizde daha iyi öğretmen olursunuz.
Onlarla
tanışmam 13 Eylül 1996 yılında mersinin Gülnar ilçesinde başladı. Ama ben size
onlara beni ulaştıran yolculuktan bahsetmek istiyorum. Sanıyorum bahsettiğim
tarihten bir hafta falan önceydi. Üniversiteyi Ankara’da gazi üniversitesinin
resim bölümünden mezun olmuş ve şimdiki gibi bir kpss sınavına girmeden
başvuruda bulunmuştum. Ama bizim şehir tercih etme gibi bir lüksümüz de yoktu.
Sadece başvuruda bulunmuştuk işte. Bir süre sonra babamla tayinlerin açıklandığı
binanın önünde sabahın erken saatinde heyecanla bekledik. Ankara’da okumuştum.
Hele branşımda resim olunca bu büyük şehrin bütün nimetlerinden faydalanmıştım.
Yani o zamanlar sergi açılışlarımızı milletvekilleri siyasi parti başkanları
falan yapardı. Böylece birçok insanla tanışma olanağı bulmuştum. Bunları ukalalık
olsun diye değil daha sonra anlatacaklarımla ilgili olduğu için bahsediyorum. Her
neyse sonuçları beklerken ankara'ya yakın bir şehir olması için dua
ediyordum. Listeler binanın camına yapıştırıldıktan
sonra sayfalar dolusu listelere bakmış ve ilk hayal kırıklığımı yaşamıştım.
Tayinim kahramanmaraş'a çıkmıştı. Bu hiç düşündüğüm bir sonuç değildi.
Haritadaki yerinden başka hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Ön yargının ne
kadar kötü bir şey olduğunu anlamama daha çok uzun süre vardı. Panik olmuştum.
Ben oraya nasıl giderdim. Tabi benim gibi kraliyet ailesinden gelen biri için
fazla vasat bir şehirdi. Babamın duyguları ise bundan çok daha farklıydı. Onun
tek sıkıntısı kızının kendinden uzak bir şehirde yaşaması idi. Ve babamla ortak
karar alarak bu şehri isteyen biriyle becayiş yapacaktık. Büyük bir kağıda
kahraman Maraş verilir…….. Yazdım. Babam kulağıma eğilerek bana “Sivas alınır
diye yaz” tembihlerinde bulunuyordu. Ankara’da kalabilmek çok küçük bir
ihtimaldi. Bu nedenle şimdi tek kriterim Maraş'tan biraz daha büyük şehir
olmasıydı. Ve babamı dinlemeyerek ‘kahraman Maraş verilir her yer alınır’ yazdım.
Babam pek hoşlanmamıştı ama ben o zamanlar biraz burnunun dikine giden bir
kızdım. Fazla ısrarcıda olamıyordu. Bir süre bahçede bizim gibi elinde kâğıtları
yazmış kaldırarak bağıran birçok öğretmen adayıyla birlikte bende bağırmaya
başladım. Durum biraz pazarcılara benziyordu. Fazla sürmedi. Biri yanıma geldi.
“sana Sakarya'yı versem bana Maraş'ı verir misin” dedi. Aslında bu iyi bir
teklif sayılabilirdi. Ama ben daha önce üç yıl o şehirde kaldığım için macera
olsun diye farklı bir şehir arıyordum. Birkaç dakika sonra esmer ufak tefek bir
genç yanımıza geldi. “benimle mersini becayiş yapar mısın” evet bu daha iyi bir
teklifti. Ne de olsa mersin bir sahil kentiydi. Hiç bir şey olmasa denizi
vardı. Deniz bana fazlasıyla yeterdi. Ve babamı kandırarak bu teklifi kabul
ettim. Birkaç gün süren prosedürden sonra tayinim mersine çıkmıştı. Önce göreve
başlamalı sonra eşyalarımı alıp gelmeliydim. Bu nedenle babamla birlikte Ankara
terminalinden otobüse bindik. Üzerimde yırtık kotum, solmuş tişörtümle
otobüsümüze bindik. Akşam dokuz sularıydı yola çıktığımızda. Sabah altı gibi
mersinin bunaltıcı sıcağına merhaba demiştik. Şimdi bize söylenen depo
okulumuza gidecek orda yapılacak kura çekimiyle asıl okullarımızı belirleyecektik.
Bahçede birkaç insanla tanıştık. Onlarda bizim gibi bu kura için gelmişlerdi.
İçlerinden bir tanesi yaşlı bir amca bana “kızım güzel şehre çıkmış tayinin
nere olursa olsun iyidir. Mersinin her köşesi bir cennettir. Bu deniz başka
hiçbir şehirde yoktur. Mut biraz içeride kalır ama orası da gelişmiş bir
ilçedir rahat edersin. Gülnar çıkmasında neresi çıkarsa çıksın” dedi. Bir süre
sonra kura için bizi içeri aldılar. Saatler süren kura benim heyecanımı her
geçen dakika artırıyordu. Salonda nerdeyse kimse kalmamıştı. Kurayı yöneten
bayan kuranın sona erdiğini söyleyerek salonu boşalttı. Ama ben kura
çekmemiştim. Panikle kadının yanına gittim. Adımı sordu. İsmim söyledikten
sonra elindeki büyük deftere bakarak bana kura çekemeyeceğimi tayinimin
doğrudan Gülnar’da Gülnar lisesine çıktığını söyledi. Bu benim için kocaman bir
hayal kırıklığıydı. Olabilecek en kötü seçeneğe maruz kalmıştım. O ara babamın
da canının sıkıldığını fark ettim. Bu iyi bir şeydi. Belki başka seçenekler
yaratabilirdi bana. Tabi bu sadece küçük bir umuttu. En azından yanımda
sevinçle sırıtan biri yoktu yani. Babam orda Gülnar’a nasıl gidebileceğimiz
sordu birilerine. Sonra bize minibüslerine bineceğimiz yeri tarif ettiler. Saat
on bir sularıydı. Küçük köhne bir minibüse bindik. Babam orda hemen birileriyle
ahbap oldu. Gülnar hakkında bilgi toplamaya çalışıyordu. Ama benim yüzümden
düşen bin parçaydı. Kaderime boyun eğerek yolculuğumuza başladık. İki saat
boyunca sahil yolu boyunca ilerledik. O ana kadar her şey normal görünüyordu.
Minibüste bizim gibi tayini çıkan dört öğretmen daha vardı. Ama tanışmaya pek
hevesli değildim. O işi babam yapıyordu. Sahil yolundan ayrılıp orman yoluna
girince manzara tamamen değişti. Belki başka şartlarda burada olsaydım
görüntüyü daha çok beğenebilirdim. Ama şu bir gerçek ki biz torosların tepesine
doğru tırmanmaya devam ediyorduk. Ben aynı ağaçları izlemekten sıkılınca
gözlerimi kapattım ve uyumaya karar verdim. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama bir
ara babamın şoförle yaptığı sohbetler benim uyanmama neden oldu. Babam şoföre
“gardaş kaç saattir bir araba geçmedi. Burası nasıl bir yer”. Tabi babamın
aldığı cevaplar hep olumluydu. Ama babam bir türlü ikna olmuyordu. Gazete gelir
mi her gün, fırını var mı diye sorular sorup duruyordu. Tedirginliğini
hissediyordum. Tabi kızının bunlarla başa çıkamayacağını oda biliyordu.
Yaklaşık bir
saat süren toros tırmanışımızdan sonra Gülnar'a girdik dediler ve minibüs
durdu. Yani girmemizle merkezine gelmemiz aynı anda olmuştu. Saat daha sekizdi
ama ilçe simsiyah bir karanlığa gömülüydü. Yolun tam ikiye ayrıldığı yerde üç
katlı bir bina vardı. Buranın milli eğitim olduğunu söylediler.
Merdivenlerinden çıktığımızda kapı kilitliydi. Kasaba ölü bir yer gibiydi. Tek
bir insan yoktu çevrede nede bir ışık. Gelmek için yanlış bir günü seçmiştik
çünkü o gün ilçede elektrikler kesilmişti. Dükkânlar kapalı öğretmen evinin
kapısında kocaman bir asma kilit vardı. Saat daha sekizdi ama insanlar çoktan
uykuya dalmış gibi görünüyordu. Oysa Ankara'da gün hala devam ediyordu. Ve
ışıklar gelin gibi süslemişti şehri. Birkaç insan bizim bu öğretmen gurubumuza
yardımcı olmaya çalıştılar. Pastane sahibi bir genç bizim için pastanesini
açtı. Acıkmıştık ve yemek yiyebileceğimiz bir yer olmadığı gibi bir şeyler
alabileceğimiz bir markette açık değildi. Girişin solunda küçük bir tezgâh
ortada üç tane masa ve sandalyelerinin olduğu pastaneye girdik. Bize yiyecek
bir şeyler getirdiler. Vişne suyu ve bayatlamış kuru pasta. Acıkmıştım ve pek
seçeneğim yoktu. Kapının tam karşısında oturuyordum. İçeriyi ayın ışığı
aydınlatıyordu. Elime pastayı alıp ağzıma götürmek üzereydim ki kocaman bir
hamam böceğinin tezgâhın altından dışarı çıktığını gördüm. Bu ilk izlenim için
hiç iyi bir karşılama değildi. Tabi hiç bir şey yiyemedim. Sonra üzerinde
şalvar başında kasketiyle biri geldi bu öğretmenevi müdürüydü. Bize öğretmen
evinde kalabileceğimizi söyleyerek karşımızdaki binaya yönlendirdi. Mumun
ışığında dar koridorlardan geçerek odamıza geldik. İçeri girer girmez babam
çantasından karayolları haritasını çıkarak elinde çakmağıyla Gülnar’I harita
üzerinde bulmaya çalışıyordu. “burada deniz kenarı gibi görünüyor ama çok
uzakmış şehre “dedi. Benden tek bir kelime çıkmıyordu. Ben perdeyi aralamış
camdan dışarı bakıyordum. Hiçbir şey görünmüyordu kocaman gökyüzünde ışıldayan
yıldızlar hariç sanırım o an için buranın en güzel yanı bu kocaman
yıldızlarıydı. Sonra babam bana dönerek “kızım hele bir sabah olsun. Görevine
başlarsın baktın hoşuna gitmedi istifa eder ertesi yıl tekrar başvurursun”
dedi. O benden daha çok endişeliydi. Benim bildiğim tek şey buraya ait
olmadığımdı.
Sabah
dışarıdan gelen seslerle uyandım. Ama babam odada yoktu. O gittiği yerleri
tanımayı gezmeyi çok severdi o nedenle odada olmaması beni şaşırtmamıştı.
Pencereden dışarı baktığımda küçük yolları olan hareketli bir kasaba gördüm.
Günlerden cumaydı ve bu onların Pazar günüydü. Köyden getirdikleri ürünleri
satabilecekleri tek yer. İzledikçe hoşuma gitmeye başlamıştı. Küçük ve heyecan
içinde bir sürü insan. Tabi burada yaşayacağım düşüncesiyle karşı karşıya
kalana kadar.
O sırada babam
içeri girdi. Ve bana birileriyle tanıştığını ve birkaç kiralık ev olduğunu
diğer gelen öğretmenlerinde ev baktıklarını söyledi. Tabi biraz ivedi olmalı ve
en güzel evi biz kiralamalıydık. Bu benim kendime ait ilk evim olacaktı bu
nedenle heyecanlanmıştım. Hazırlanarak babamla çıktık. Genç bir edebiyat
öğretmeni ve yanında yaşlı bir amcayla yan yana dizili tek katlı bir sürü evin
arasında yaşlı adamın evine geldik. Ev iki katlıydı ve bize gösterdiği ev bunun
merdiven altına yapılmış küçük bir mutfak ve iki odadan oluşan bir yerdi.
Burası onların ardiye olarak kullandıkları evdi. İçeride ağır bir tarhana
kokusu vardı. Sanırım yeni boşaltmışlardı. Babam banyo ve tuvaleti sorunca
yaşlı amca “banyosu tuvaleti yok. Benim altı kızım var biride o olur ne olacak
gelsin yıkansın” dedi. Yaşlı amca teklifinde ciddiydi. Ama babam buna pek sıcak
bakmadı. Elbette ilk defa ayrılıyorduk. Yabancı şehirde tanımadığı bir aileyle
kızının banyo ve tuvaleti ortak kullanması pek hoş olmazdı. Yanımızdaki bize
rehberlik eden Gülnar'a damat gelmiş edebiyat öğretmeni kayınvalidesinin bir
yayla evi olduğunu söyledi. Eğer ikna edebilersek orayı kiralayabileceğimizi
söyledi. Öğlen olmuştu ve ben oradan bir an önce kurtulmak ve medeniyete dönmek
istiyordum. Heyecanla onu takip ettik..
Sokaktaki
evlerin arasından giriyor mezarlığı geçiyorduk. Ev büyük bir bağın tam ortasındaydı. Dışa
açılan tam üç kapısı vardı. Teyze burada kimsenin kapıyı kilitlemediğini hiç
hırsızlık olaylarının olmadığını söylemişti. Babam mezarlıktan tedirgin olmuştu
ama benim mezarlıklardan korkma yaşım daha gelmemişti sanırım. Pek umursamadım.
Evi beğendim. En azından banyo ve tuvaleti vardı ve yerler fayanstı. Babam
hemen evin kirasını ödedi. Çünkü ev sahibinin vazgeçmesini istemiyordu.
Elimizde olan birkaç bavulu tahtadan yapılmış divana koyduk. Sonunda babamla yalnız kalmıştık. Görev
başarıyla sona ermişti. Şehre giden son minibüs saat beşteydi ve ben babamı o
ana kadar ikna etmeliydim. Kısa bir iki konuşmadan sonra babamı ikna ettim.
Hızla otobüs durağına doğru gittik. Saat sekizde mersin terminalindeydik.
Dokuzda Ankara arabasına binerek medeniyete geri dönmüştüm.
Ankara’dan
ayrılmak çok zor olacaktı. Dört yıldır bu şehirde yaşıyordum. Etkinliklerdi, sinemaydı
sergiydi tüm bu hareket artık hayatımda olmayacaktı. Üniversite insana daha
havalı geliyor. Baba parası yemek öğretmen olmaktan daha iyiymiş gibi. Şimdi
küçük bir kasabada küçük bir öğretmencik olacaktım. İdeallerim bunlar değildi.
Grafik bölümünü seçerken arzum büyük bir reklam ajansında çalışmaktı. Ama bu da
hayalden öteye gidemedi. Çünkü özel sektörde hak diye bir şey yoktu. Hayatını
kazanmak için çok az paraya çok iş yapmalı, söylenecek her türlü hakarete boyun
eğmeliydim. En azından bir on sene. Öğretmenliğin o günlerde benim için en
cazip tarafı buydu. Haklarım vardı. Bu iyi bir şeydi. İşimi yapacak paramı
kazanacaktım. Ama bu şehir benim tüm standartlarımı alt üst edecekti.
Kuaförümden ayrılacaktım. Bu bir bayan için önemli bir şeydir. Sonra girdiğim lokantalarda
garsonların kıyafetlerine bakar en ufak bir leke görünce yemez kalkardım. Anlayacağınız
ukalaydım. Hayat henüz beni hiç yoğurmamıştı. Her şeyi bildiğini sanan bir
çömezdim sadece. Bunu yıllar geçtikçe anladım. Ve yıllar geçtikçe içimi doyuran,
genişleten, bana alanlar yaratan, beni ben yapan, kendi filmim çektiğim, kendi komedimde
oynadığım, canlı resim çalışmalar yaptığım bana özel sahnemdeydim. Kürsümdeydim.
Seni hayranlıkla izleyen böyle bir kitle daha hiç bir yerde bulamazsınız. Size
sonuna kadar güvenen, kimseye açmadığı sırlarını rahatça açan, hiçbir kötü
niyeti olmadan safça ve samimice sizi eleştiren, gerçek izleyiciler
öğrencilerim. Ben yirmi üç yaşında küçük bir öğretmendim onlarda küçük birer
öğrenci; onlar beni ben onları büyüttüm. Öğretmenler her şeyi bilmez. Ama bunu
öğrenciler hiç bilmez. Ben ne öğrettimse bir o kadar onlardan öğrendim. Ülkemin
güzelliğini renklerini sıcaklığını. Ankara’nın ışıkları altında bunları
göremezdim.
Bir gün bir
öğretmen arkadaşımız bizi kendi okuluna davet etti. Kendisi rehberlik
öğretmeniydi ama sınıf öğretmeni olarak atanmıştı ve okulda kendisinden başka
hiçbir devlet memuru yoktu. Yani hem öğretmen hem müdür hem hizmetliydi.
Israrları üzerine onun öğretmenlik kaptığı köye gitmeye karar verdim. Ogün
benim boş günümdü. Zaten bu ilçede de yapacak pek bir şey yoktu. Kendisi ilçede
kalıyordu ve her gün arabayla köye gidiş geliş yapıyordu. Sabah saat sekiz gibi
beni evden aldı. Buraya mersin dediysek kaldığımız ilçenin torosların tepesi
olduğunu unutmayın. Poyraz denen rüzgârın ne şiddetli bir şey olduğunu ben orda
öğrendim. Rüzgârdan havada uçan kuşlar duvara çarpar kanadı kırılırdı. Yürürken
bacaklarınızı kontrol edemezsiniz. Birbirine çarpar. Kışı pek serttir
anlayacağınız.
Kar yağmış,
köye giden tüm yollar çamura dönüşmüştü. Bir gün okuluma giderken böyle bir
çamurda ayakkabım kalmıştı ve eve çamura basa basa dönmek zorunda kalmıştım.
İlk işimde uzun çizmeler almak olmuştu. Köye nasıl girdik anlamadım. Tepelerle
dolu çamur bir arazinin ortasında küçük tek katlı önünde bir Atatürk büstü ve bayrağı
olan beyaz boyalı bir okul. Eğer bayrak olmasa onun okul olduğuna ihtimal
vermezdim. Tepelerin üzerinde de birbirinden uzakta küçük ahşap evler vardı.
her tepenin üstünden küçük çocuklar o merkeze doğru geliyordu. Hava çok soğuktu
ve ben üzerimde yün kazaklarım şapkam eldivenlerim ve kaba çizmelerimle tam bir
donanım içindeydim. Ama o çocuklar. Fermuarı bozuk, sırtı beline kadar açık,
ayaklarında kara lastiklerle ve çorapsız, soğuktan çatlamış ellerinden sızan
ince kanla bir avuç odun getiriyorlardı okula. Ben ankara'da arı kolejinde
yapmıştım stajımı. Bir an onlar geldi aklıma eğitim her yerde bir şekilde
vardı. Ama farklı şekilde. Arabadan indiğimizde konuşmakta zorluk çeken
çocuklar ard arda bize “günaydın öğretmenim” dediler. Zorluk çekiyorlardı ama
bunun nedeni Türkçeyi bilmemelerinden değildi. Daha önce kimsenin yanında
aileleri olmadan konuşmuyorlardı ki. Onlar bile çoğu zaman susturmuşlardı.
Çekincen ve ürkeklerdi. Küçük kısa boylu bir erkek çocuğu hemen su bidonlarını
kaptığı gibi köyün çeşmesinden su getirmek için dışarı çıktı. Küçük bir kız
eline ot süpürgeyi alarak sınıfı süpürmeye başladı. Yaşça onlardan biraz daha
büyük iki çocuk sınıfın sobasını yakmaya çalıştılar. O heyecan o panik
görülmeye değerdi. Bir şeyler öğrenmek adına yapılan fedakârlık. Yarım saat
içinde sınıf hazırdı. Ben donmak üzereydim ve ellerimi sobada ısıtmaya
çalışıyordum. Tüm sınıf, yani tüm okul, yani hepsi on bir kişi, sobanın
etrafında ellerimiz ısıtıyorduk. Ayaklarında çorap dahi yoktu. Sırtı beline
kadar açık kız çocuğu alttan sadece rengi solmuş bir penye giymişti. Atleti
daha yoktu. Ben mi fazla üşüyordum onlar mı fazla dayanıklıydılar. Ama şu bir gerçek
ki. Hiçbir fark yoktu tek fark yokluktu. Ve o çocuklar kaderlerini değiştirmek
için yapıyorlardı bu fedakârlığı. Onlar konuşmuyorlardı fazla ama her şeyin
farkındaydılar. Kaderlerini değiştirmenin tek yolunun okumak olduğunun.
Sınıf beşe
ayrımlaştı. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf. Arkadaşım
sırayla hepsiyle ilgileniyordu. Bir sınıfa bir şey anlatıp onlara ödev veriyor
sonra diğer sınıfa geçiyordu. Ve bu böyle devam etti gün boyu. Beşinci
sınıflarda ders hayat bilgisiydi. Ünitenin ne olduğunu hatırlamıyorum ama
şehirlerdeki kanalizasyonlardan bahsediyordu. Bunu anlatabileceğimi düşünerek
dersi ondan devraldım. Ama tam bir hayal kırıklığıydı. Evlerinde su olmayan
insanlara kanalizasyon nasıl anlatılabilirdi ki. Evindeki musluğu açıyorsun
kullanıyorsun sonra bunlar evin altından geçen büyük borularla denize kadar
gidiyor. Elbette anlatamadım.
Bu benim
hayatımın dersiydi. Evet, her zaman ben onlara öğretmiyordum her gün onlardan
bir şey öğreniyordum.
Çoğu arkadaşım
bir yılı doldurmadan kimi eş durumundan kimi torpille başka şehirlere gittiler.
Ben tam üç yıl o ilçede kaldım. O tadı o lezzeti hala alamıyorum. Öğrencilerim
evimde kalamaya gelirlerdi. Onlarla bir şeyler paylaşıyor, yaşadıkları dünyanın
çok büyük olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Benim onları çalışmaya yönlendirme
gibi bir durumum yoktu. Onlar zaten her türlü fedakârlığı yapıyorlardı. Lisede
çalışıyordum. Öğrencilerimin çoğu sabah kalkıp hayvanlarını otlağa götürüp
bırakıyor sonra eve gelip hazırlanıyorlar sonra okula geliyorlardı. Evet, bazen
sınıflarımız ahır gibi kokuyordu. Ama bu bir amacın alın teriydi. Buna ancak
saygı duyulabilirdi.
Öğretmenlik
alçak gönüllülük ister. Öğrenci karşısında bilmiş bilmiş konuşan bir robot
istemez. Dertlerine derman olamazsınız. Onlarda bunun farkında sizde
biliyorsunuz. Biz sadece onların rehberiyiz hayatta. Öğretim her şekilde
alınır. Maharet bu çamurdan sanat eseri yaratmakta. Eğitmekte, örnek olmakta.
Bir gün o kürsünün başına geçtiğinizde bir zamanlar sizinde öğrenci olduğunuzu
unutmayın. Öğrenci yapmacık davranışı samimiyetsizliği hemen anlar. Ne kadar
dürüstsen o kadar başarılı olursun. Amaçlarımızdan biride bu değil midir zaten
dürüst vatansever insanlar yetiştirmek. Branşımızı hiçbir zaman küçümsemeyin.
Her iş bir disiplin ister. Ama bunu yaparken kompleksli olmayın. Her şey
matematik olmadığı gibi resim de demek değildir. Resim öğretmenin amaçlarını
unutmuş birçok resim öğretmeni vardır çevremizde ve bizim bu güzel mesleğimizi
hiç iyi temsil edememektedirler. Resim rahatlama dersi olmadığı gibi çocukları
süründürme dersi de değildir. Altında güzellik yatar. Bunu asla unutmayın. Eğer
öğrencileriniz özgür düşünebiliyorsa, kendilerini mutlu etmenin yollarını doğru
bulmuşlarsa, kimsenin etkisi altında kalmadan kendilerini gerçekleştirebilip,
sorunlara çarpıcı çözümler sunabiliyorlarsa siz iyi bir öğretmensiniz. Hayatı
boyunca resimle hiçbir ilgisi olmayacak insanın güzel bardak resmi çizmesinin
kimseye bir faydası olmayacaktır. Her derse girmeden önce m.e.b.nın resim dersinin
amaçları başlıklı yazısını okumasını öneriyorum.
Çok konuştum
galiba. meğer anlatacak daha ne çok şeyim varmış.
Sanırım bu seferlik yeter. Sen iyi bir gençsin ve iyi bir öğretmen olacaksın.
Biz sanatçılar birer ışığız ve görevimiz bu ışığımızla güzellikleri açığa
çıkarmaktır. Hepinize bu güzel yolculuğunuzda başarılar diliyorum. Hiç bir
şeyden korkmayın. Bu ülkenin bir yerlerinde ışığınıza muhtaç binlerce çocuk
sizin onu keşfetmenizi bekliyor. Bu vatan hepimizin. Biz ne Ankara için nede
Sivas için öğretmeniz. Bu ülkenin her şehri bizim, her okulu bizim, her sınıfı
bizim. Ulu önderimize yakışır gençler olun çağdaş ve medeni. Çağdaşlığınızın
giydiğiniz kotun markasıyla doğru orantılı olmadığını benden önce anlamış
olmanız dileğiyle. Esenlikler dilerim.
A.OKUL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder