Konuyu
belirlerken nelerden bahsedeceğimi az çok biliyordum. Yazmak için başına
geçtiğimde bambaşka bir serüvenin içinde buldum kendimi. İLKEL SANAT. İlkel ve
sanat kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılmasını yadırgayacağınızı
düşündüm. İlkel. Ne garip bir sözcük. Kendi kendinize birkaç defa tekrarlayın.
Her seferinde ses tonunuzu değiştirerek. Ne yabani geliyor öyle değil mi? Bir
an için kendinizi başka bir gezegene gönderildiğinizi ve giderken yanınıza hiçbir
şey almadığınızı düşünün. Gerçekten çok zor olsa gerek. Karşınıza ne çıkacağını
bilmeden, tehlikenin ne kadar yakınınızda olduğunu anlamadan yaşayabilmek. O
çok tatlı canınızı yaşıyor kılmaya çalışmak. Ve beslenmek. Aşırı soğuktan ve
sıcaktan korunabilmek.
Altamira mağarası |
İlkellerle ilgili yazılmış birçok
makale ve araştırma yazısı okudum. Yazılanların çoğu onları aşağılayıcı bir tondaydı.
Sanki bahsettikleri insan değil de bir yaratıkmış gibi. Eğer bu öyleyse bile
ben buna inanmakta güçlük çekiyorum. Sonuçta insandılar ve kendilerinden başka
hiçbir varlıkta olmayan bir şeye sahiptiler. Akıla. Akıllarını, çevrelerindeki
malzemeyi kullanmayı öğrenmek içinde bir sürece ihtiyaçları vardı. Hem hayatta
kalmaya çalışmak hem de yaşamlarını kolaylaştıracak icatlar türetmek pekte
kolay olmasa gerek. Bizler, teknoloji bunca gelişmişken, zaman değişmişken
beslenmek için ava çıkmak yerine bir telefonla yemeğimizi evimize kadar getirtebilirken,
hala zamanın yetmediğinden şikâyet ediyoruz. Peki, nedir bu insanları,
ilkellerin akşama kadar boş boş oturduğunu düşündürten şey. Mesela ben, şuanda
saat:22.17 ve hala hayat devam ediyor. Bir şeyler yazıyorum. Oysa ilkel
dediğimiz o dönemde çoktan uyku saati gelmişti. eeee elektrik olmayınca gün
erken bitiyor. Sonrada gel sen onları ateşi çok geç bulmakla suçla. Adam ne
yapsın. Daha yeni soğuktan giyinmeyi keşfetmeye çalışıyor. Uzun uzun avladığı
hayvanın derisine bakarak. Şaka bir tarafa güç bir yaşam tarzı. Olanaklar
düşünülürse hayatta kalmaları bile bir mucize.
Anlattıklarımdan sonra sanıyorum korkunun
hayatlarının ne kadar içinde olduğunu anlamışsınızdır. Üşüme korkusu, aç kalma
korkusu, kuraklık korkusu, yabani hayvan korkusu, şimşek çakması korkusu, güneş
tutulması korkusu gibi. Tüm bu korkular onlarda iki şeyi doğurdu. Tapınmayı ve büyüyü.
Kimi zaman korktukları şeye taptılar, kimi zamanda kötülükleri kovmak için büyü
yaptılar. Her ikisini de görselleştirirken sanatı kullandılar. Ve sanat onların
bu ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç oldu. Yani daha önceki yazılarımda da
söylediğim gibi sanat olsun diye yapmadılar. Bizlerde eserlerin hangi amaçla
yapıldığını bilmediğimiz sürece geçmişin sanatını anlayamayız.
Düşünürler sanatın üç şekilde doğduğunu
söyler, sanat
Doğar. Oyundan
kastedilen, bir dal parçasını alıp bir taşla yontarken veya bir çamurla (çocukların
oyun hamuruyla) oynamasıyla gayri ihtiyari bir imgenin ortaya çıkması gibi.
Taklit ise doğada görüneni ellerinde var
olan malzemeye aktarması gibi.
Büyü
tüm bunlar içinde en büyük paya sahip. İlkeller için bir kulübenin yapımıyla,
bir imgenin yapımı arasında hiçbir ayrım yoktur. Kulübe onları yağmurdan,
rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan korur. İmgeler ise
doğal güçler kadar gerçek olan öteki
güçlere karşı korur. Başka bir deyişle, resimler ve heykeller büyüsel amaçlı kullanılır. İlkelleri anlamadan sanatlarını anlamamız
mümkün değil. Onları anlamak içinde kendimizi taa buzul çağlarına götürmeye
gerek yok. Aslında hala içimizde bir yerlerde onlarda bulunan ilkelliği taşıyoruz.
Çok sevdiğimiz bir film yıldızının resmini odamızın en güzel yerine asıp, ona
zarar verildiğinde sanki imgesine değil de gerçeğine zarar veriliyormuşçasına
tepki veriyoruz. Küs olduğumuz, tatsız bir olay yaşadığımız biriyle çekilmiş fotoğrafta
ise onun olduğu yeri kesiyor ya da gözlerini iğneyle delerek zarar veriyoruz.
Bu davranışın geçmişine bakıldığında geçmişte yapılan bir büyü ortaya çıkıyor.
Düşmana benzeyen kaba bir bebek yapılır, zararın onun üstüne düşmesi dileğiyle,
bu yapma bebeğin yüreği delinir veya yakılır. Bu şekilde düşünen ilkeller için
gerçekle imgenin ayrımını yapmak güçtür. Yerliler
bir keresinde sürülerinin resmini yapan Avrupalı bir ressama korkuyla şu soruyu
sormuşlar.”Hayvanlarımızı alıp götürürsen neyle yaşarız biz”
Geçmişin en eski izleri 19yy da güney Fransa (lascaux mağarası) ve
ispanya’da (altamira mağarası) ortaya çıktığında bu resimleri buzul çağı
insanının yapmış olabileceğine inanmadılar. Ama bizon, mamut ve ren geyiği
resimlerinin gerçekçiliği ancak onlarla yaşamış ve onları yakından gören
insanların çizebileceğine kanaat getirdiler. Bu resimlerin mağaraların en derin
ve en kuytu köşelere çizilmiş olması sanırım bulundukları ortamı güzelleştirmek
mantığından daha önemli sebepleri vardı. Çünkü onlar avladıkları hayvanların
imgelerini yaparak hayvanların kendi güçlerine boyun eğeceğini düşünüyorlardı.
Yine aynı amaca hizmet eden başka bir şey vardır ki hala hediyelik eşya
mağazalarında karşımıza çıkan maskeler. Primitiflerin (ilkel) yaptıkları maskeler günümüzde çok
komik görünebilir. Fakat onlar, hem insan hem hayvan olunabilen bir tür düş
dünyasında yaşadıklarına inanırlar. Dönemsel bayramlarında, hayvan kılığına
girerek, hayvansal davranışlarla kutsal oyunlar oynamaktadırlar. Onlarda, böyle
yapmakla, bir bakıma, av hayvanlarına karşı güç sağlayacaklarına inanıyorlardı.
Bütün bu inanışların, sanatla ilişkilerinin çok az olduğu sanısına kapılmak
kolaydır, ama gerçekte sanatı çeşitli
biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Birçok
sanat yapıtının anlamı, bu acayip geleneklerde bir görevleri olmasından ileri
geliyor. Dolayısıyla önemli olan, bir heykelin veya resim yapıtının bizim
ölçülerimize göre güzelliği değil, onun “etkililiği”, bir başka deyişle,
istenilen büyüsel etkiyi sağlama olanağıdır. Sanatçılar ayrıca, bu
yapıtları, her biçimin, her rengin ne anlama geldiğini bilen kendi kabile halkı
için yaparlardı. Sanatçılardan bunları değiştirmeleri beklenemezdi. O halde, o
çağlardan günümüze kadar gelmiş eserlere bakarken “bu maskenin niye tek gözü
yok” diye sormamak gerek. Yahut “bu mamutu da iyi çizememiş” dememek lazım. Demek
ki onlar bu eserleri biz beğenelim veya gelecekteki insanların geçmişine ışık
tutalım diye yapmadılar. Her zaman da söyleyeceğim gibi hiçbir eser ne biz
beğenelim diye, nede sanat eseri olsun diye yapılmadı. Bunu unutmazsak sanatı
çok kolay anlayacağız.
Delacroix- Halka Önderlik Eden Özgürlük |
İlkeller sadece avlanarak yaşamayı bırakıp, yerleşik hayata
geçtiklerinde sanatçıda kendi üzerine düşen görevi yapmış ve sanatını icra
etmeye başlamıştır. Topraktan anlayan çiftçi, ev yapımından anlayan mimar, el
becerisi gelişmiş yaratıcılığı kuvvetli olanda sanatçı olmuştur. Tabii bu
meslekleri günümüzle kıyaslamamız yanlış olur. Kendi imkân ve olanaklarına göre
yapıyorlardı. Sanatçı dediysek, eline tuvalini alıp doğaya çıkmıyordu elbette.
Gerek günlük hayatlarında kullandıkları eşyaları gerekse dini ayinlerinde
taktıkları maskeleri yapıyorlardı. Bu işleri yapmak onlar için bir ava çıkmak
kadar mühimdi. Çünkü sanatçı mağara duvarlarına çizdiği av sahnelerini ne kadar
gerçekçi kılarsa ava çıkan avcının da işi o kadar kolaydı.
Sanatın insanlıkla beraber var olduğunu bilmek garip dimi. Çünkü
toplumumuzda hep bir lüks olmuş, hobiden öte gidememiştir. Hâlbuki sürekli
insanlığa hizmet etmiştir. Ama insanlık tarihine göz atarsak sanatın anlamının
ve var olma sebebinin 30000 yıl öncede aynı olduğunu söylemek imkânsız. Her
dönemde başka başka amaçlarla var olmuştur. İlkellerin avında, mısırlılarda
hayatı korumak, yunanlılarda tanrıların onlara zafer ve güç verirken onları
unutmaması, Hıristiyanlığın yayılmasında, 1789 (Fransız ihtilali) da halkın
eşitlik ve özgürlük için ayaklanmasında sanat hep araç oldu. (mısırlılarda
hayatı korumak, Yunanlılarda tanrıların onlara zafer ve güç verirken onları
unutmaması… bu kısmı başka bir yazımda açıklayacağım)
Sanat duygu işidir insanları
emirlerle, yasaklarla ve kurallarla yönetemezsiniz ama duyguları harekete
geçirerek devrimler yaparsınız.
a.okul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder